Pınar Bulut: ‘Ne tutar’la yola çıkmayın, ‘neyi yazmayı istiyorum’a odaklanın
Ezel, Suskunlar, Mucize Doktor, Dünyayla Benim Aramda ve Şahmaran gibi unutulmaz dizilerin senaristi Pınar Bulut ile yazarlık, diziler ve sektör üzerine özel röportajımız sizlerle!
- Hayranı olduğumuz hikayelerin ve karakterlerin yaratıcısı olarak sizi daha yakından tanımak isteriz ama insanın kendini anlatmasının ne kadar zor olabileceğini bildiğimizden biz sorumuzu şöyle sormak istiyoruz: Sizi çok iyi tanıyan birine sorsak Pınar Bulut’u bize nasıl anlatırdı?
Bunu gerçekten beni iyi tanıyan birine sorsanız keşke😊 Tarafsız şeyler söyleyebilir miyim kendim hakkında bilemiyorum ama deneyeyim: Çok çalışkanımdır öncelikle, bunu herkesin söyleyeceğine emin ve gururluyum. Tutkulu biriyimdir hem işimde hem özel hayatımda. Her ne yapıyorsam ciddiyetle, büyük konsantrasyonla, içinde kaybolarak, bütün dünyayı kapı dışarı ederek yapmayı severim. Bu yüzden belki de dışarıdan soğuk ve ciddi bulunurum, insanlar bana yaklaşmaya çekinir genelde. Bununla da barışığım açıkçası, alıştım😊
Çok okurum, çok izlerim haliyle, her daim kulağımda müzikle gezerim. İhtimaller beni heyecanlandırır, gerçekleşme oranından bağımsız olarak. Sözcüğü bile kendi adına çok severim. Şu sıralar iyi bir arkadaş, dost olmaya çabalıyorum bir de bilinçli bir şekilde. Eşimle dostumla daha çok vakit geçirmeye, hayatımdaki insanların kıymetini bilip bunu onlara daha çok hissettirmeye çalışıyorum.
Çok övdüm kendimi biraz da olumsuz şeyler söyleyeyim: Sabırsızımdır. Belirsizlikle kolay baş edemem. Ani çıkışlarım olur bazen, bir anda köprüleri yakarım. Bununla da uğraşıyorum ama. Mind the gap yazan bi dövme yaptırdım sırf bu yüzden. Olaylar ve tepkilerim arasına bir boşluk bırakmak üzere eğitmeye çalışıyorum kendimi.
- Bir senaryoda sizin adınızı görüyorsak orada farklı ve iyi bir şeylerin olduğunu tahmin etmek zor değil. Yanılmıyorsam ilk projeniz olan Sınıf dizisinden bile bu belliymiş. Son dönemde cinayet konulu, intikam hikayeleri olan lise dizileri görebiliyoruz ama 2008 yılı için Sınıf denenmemiş bir işti. Sınıf’ın reytinglerde karşılık bulamaması ve ekran macerasının kısa sürmesi sizin veya Ay Yapım’ın umudunu kırmış olsa Ezel’i izleyemeyecek miydik acaba? Ezel de dönemi için ülkemizde pek de denenmemiş olan flashbackli ve ters köşeli anlatımıyla bir intikam hikayesi taşıdı ekrana ve bu sefer değil tutmamak, efsane oldu! Sizce Ezel’i farklı kılan neydi? Günümüzde yapımlar risk almak istemiyorlar ama sizin hikaye tercihlerinizi düşünürsek risk almaktan çekinmediğinizi söyleyebilir miyiz?
Sınıf da Ezel de yalnız yazdığım işler değil. Hele Sınıf’ta junior’dım ben daha. Ama Ezel‘i kurarken daha özel bi iş olacağını biliyordum, hissediyordum açıkçası. Reytinginden, seyirciden alacağı karşılıktan bağımsız bir duygu bu. Öncelikle benim için özeldi, benim kalbime çok yakındı ki, yazarı öyle hissediyorsa genelde bir seyir karşılığı olur. Öyle de oldu. Şimdi yıllar sonra hala bu denli hatırlanması kalbime olan sadakatimi sürdürme cesareti veriyor bana. Minnettarım birlikte yaşadığımız, gerçekleştirdiğimiz herkese.
Risk güzel kelime öte yandan. Çok severim, ne kadar ihtimalli bi’ kelime. Hiç de korkutmaz beni. Yanımda olacak yapımcı bulursam kafa göz dalarım, bu iş çok riskli ya izlenmezse diye geri durmam. Ay Yapım o günlerde bu tür bi’ risk almasaydı kuşkusuz Ezel olmazdı hayatımızda. Zamanda bir ileri bir geri giden, akıl oyunlarıyla bezenmiş grift bir hikayesi vardı, ona cesaret etmek, geleceğini hayal etmek çok önemli bi’ yapımcı refleksidir.
- Tarih bölümü mezunusunuz. Tarihte hikayelerin bol olduğunu düşünürsek; sizden bir gün bir dönem işi de izler miyiz?
Çocukluktan beri tarihe özel bir ilgim vardı. Lisans ve yüksek lisansımı o bölümde yaptım. Doktora aşamasına geldiğimde anladım ki, tarihe duyduğum ilgi aslen hikayelere yönelikmiş. Halen de şu dünyada şöyle bi’ çeyrek asır geçirmeden hayatta ne yapmak istediğimizi bulabileceğimize inanmıyorum. Ben o yaşlarda keşfettim. O andan itibaren de akademik dünyayı, her şeyi bırakıp yazar olmak üzere bir hayat inşa ettim kendime. Bir dönem dizisi yazmakla ilgili özel bir hayalim de yok önyargım da bugün. Benim için aslolan hikayedir, içinde geçtiği dönem değil.
- Suskunlar’ın yayınlandığı dönem üniversiteye yeni başlamıştım. Pek fazla yerli dizi izlemediğim için (dizilerimizin %90’ı ağdalı aşk hikayelerinden ya da töre işlerinden oluşuyordu) o dönem üretmek üzerine pek düşünmüyordum ama Suskunlar aşk, dostluk, acı, öfke ve bunca olgu ve duygunun içinde bir intikam planının işleyişini öyle bir kurgulanmıştı ki bana müthiş bir heyecan ve ilham vermişti. Yazmak istediğime net bir şekilde karar verdiğim ve bunu yerli dizilerde de yapmanın mümkünlüğüne dair yaşadığım ilk kırılımlarımdandı sanırım. Ve şu an basılmış bir kitabım olduğunu düşünürsek, gerçekten etkili bir ilk kırılım olmuş diyebiliriz galiba. 😊 Bu yüzden Suskunlar için ayrıca teşekkür etmek istiyorum ve soruma geçiyorum. Ben özellikle Gurur karakterinin nasıl ortaya çıktığını merak ediyorum. Ağrıyı, acıyı hissetmeme gibi bir hastalık olduğunu Gurur’dan öğrenmiştim. Gurur’da bu hastalık sosyopatlığa yol açmıştı ve Berk Hakman’ın da müthiş performansıyla ortaya oldukça orijinal bir düşman çıkmıştı. Gurur karakteri nasıl bir araştırmanın sonucuydu?
Sözlerin mesleğimin en sevdiğim taraflarından birini coşturdu içimde. Bir yazar adayının içinde bi’ kıpırtı, bi’ heyecan, bi’ kırılma yaratmak. Bu yüzden atölyelerime ısrarla devam ediyorum zaten. Allı pullu mutlu oldum teşekkür ederim. Suskunlar benim için de çok özel bir yerdedir kariyerimde. Tek başıma kurduğum, yazdığım ilk iş. Doğduğum, büyüdüğüm toprakların içime ektiği tohumları birebir kullandığım ilk iş.
Otobiyografik hiçbir tarafı yok ama evrenini çok iyi tanıyorum, o mahalleyi iyi biliyorum. O ataerkil dünya büyürken ne kadar daralttıysa beni, yazarlığıma da o kadar faydası olmuş o hikayeyle anladım açıkçası, çok bağ kurdum. Çok da hırpaladım kendimi yazarken. Seve seve yaptım bunu ama ruhumla kalbimle o kadar girdim ki içine, bugün hala Ahmet Kaya dinleyemem mesela, kötü olurum.
Gurur karakterine gelince, CIPA benim de öncesinde bildiğim bi’ nöropati değildi. Acı çekme biçimlerimiz, onu ifade etme tercihlerimiz üzerinde düşünüyordum hikayeyi kurarken. Ya hiç acı hissetmeseydik? Onu tecrübe etmeseydik, kalbimiz kırıldığında ne yapardık o zaman? Böyle bi’ hikayede hem de. Hemen araştırmaya giriştim. Sevgili Berk de müthiş bir performans sergiledi, böyle hayat buldu Gurur karakteri.
- Suskunlar’ın akıllara kazınan bir repliği vardır: ‘’Kime koşarsın canın yandığında? En sevdiğine mi? Seni en çok sevene mi?’’ Yıllarca sosyal medya satırlarını süsledi bu soru. Bir şeyler hissettirdi, düşündürttü… Şimdi aynı soruyu biz size sorsak? 😊
Çocuklar annelerinden dayak yer de yine de ‘anne’ diye ağlar yani hani. O hep içime dokunmuştur benim. Bazı yaralar yaşadığımız müddetçe açık kalıyor. Bazıları da merhemiyle geliyor, heybesinde sayısız fırsatla, hatta mucizeyle. Bi tasavvuf sözü vardır; ‘Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş’ Çok severim. Eskiden olsa bizzat yarayı açana koşmak isterdim önce. Artık biliyorum ki; benim en sevdiğim, beni en seven değilse orda bi sorun var zaten. Akıllanmışım galiba, sevindim şimdi😊
- Az önce benim ilham aldığım senaristlerden biri olduğunuzu belirtmiştim. Peki sizin ilham aldığınız, takip ettiğiniz senaristlerden birkaç isim duyabilir miyiz?
Paul Thomas Anderson, Charlie Kaufman, Celine Sciemma, Sally Wainwright, Russel T. Davies, Vince Gilligan, David Chase ilk aklıma gelenler.
- Ezel, Suskunlar, Mucize Doktor, Dünyayla Benim Aramda, Şahmaran… Tutmuş ve popülerleşmiş işler yazmak emeğinizin karşılığını görmeniz açısından elbette güzel ama handikapları da olsa gerek. Seyirci diziyi ve karakterleri çok içselleştirdiğinde beklentisinin dışına çıkıldığında sosyal medyada çok sert tepkiler verebiliyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce seyirciyi hikayenize bu denli dahil etmeyi başarabilmiş olmak özünde mutluluk verici mi yoksa dozajı kaçan tepkiler yaptığınız işi etkiliyor mu?
Sosyal medyaya hiç bakmam. Herhangi bi filtre olmadığından işinize yarayabilecek, gerçekten bir kapı açabilecek yorumları süzmek çok meşakkatli oluyor. Öyle bi platforma göre hikaye şekillendirmenin ise baştan aşağı saçmalık olduğunu düşünüyorum, böyle bi tecrübem hiç olmadı.
Nacizane yöntemler geliştirdim yıllar içinde. Önce sokağa bakarım mesela geri bildirimler için. Taksiciler, bi kafede otururken yan masada diziler hakkında konuşan teyzeler, kuaförde kulak misafiri olduğum insanlar gibi gibi. Fikrine, birikimine güvendiğim bikaç insan var sonra, onların görüşünü mutlaka alırım. Gerisi senarist, yönetmen ve yapımcı arasındadır. Herkes fikrini dilediğince söyleyebilir elbette ama profesyonel bi’ iş yapıyoruz günün sonunda, işi bilenlerin fikirlerini dikkate almayı çok daha sağlıklı buluyorum.
Çok izlendiğinde ve konuşulduğunda elbette ki mutlu oluyorum öte yandan. Bu denli kuvvetli görüşler doğuruyorsa içselleştirilmiş anlamına geliyor. Lakin sosyal medyadan gelen övgü de yergi de anlıktır, bi’ sonraki hafta tümden değişebilir. Oraya bel bağlamamayı öğreneli çok oluyor.
- Dünyayla Benim Aramda ve Şahmaran gibi dijital projelerde de imzanız bulunuyor. Kimi senarist her hafta seyirci reaksiyonlarını takip etmenin daha heyecanlı ve keyifli olduğunu söyleyerek televizyonu tercih ediyor; kimisi ise daha kısa sürelerde daha bütünlüklü hikayeler anlatabildikleri için dijital için proje yazmayı daha çok tercih ettiklerini söylüyorlar. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizi hangi yaratım süreci daha çok heyecanlandırıyor?
İşin yayınlanacağı mecra sonradan devreye girer benim için. Aslolan her zaman hikayedir. Bi hikayenin nüvesi kalbime düşer. Çalışırım geliştiririm, yolda anlarım nereye uygun olduğunu. TV’nin yazdıklarınızın hızla karşılığını görebilmek adına bi avantajı var. Bu anlamda okul gibidir, ne işliyor ne işlemiyor hemen haftaya görürsünüz yazdıklarınızın hissi henüz tazeyken.
Dijitalde iş bittikten sonra yayına girmesi uzun sürüyor bazen ben bile unutuyorum yazdıklarımı. Ama orda da daha uzun süreli bir ön hazırlık, az bölüm olduğundan daha çok derinleşebilmek, üstüne daha çok çalışabilmek avantajı var. Ki TV’de bulamadığımız bi fırsat bu genelde. Ama beni hikaye heyecanlandırır günün sonunda, hangi platform ve formatta yayınlanacağı değil.
- Şahmaran’ın ikinci sezonu gündemdeyken bu hikayenin oluşum sürecini bir de sizden dinlemek isteriz. Sizi genellikle çarpıcı gerçekliğiyle ön plana çıkan hikayelerle tanırken, fantastik türde bir dizi kaleme almak nasıl bir deneyimdi ve sizi bu hikayeye çeken şey neydi?
Şahmaran kariyerimde en zorlandığım projedir çeşitli sebeplerden. Oralara hiç girmeyeyim😊Ama türler arası geçişi önemsiyorum bir senarist olarak ve özellikle tercih ediyorum. Farklı janralarda üretmenin kalemimi zenginleştirdiğini, dinç tuttuğunu, daha da önemlisi hevesimi canlı tuttuğunu düşünüyorum. Yeni meydan okumalar buluyorum oralarda, bilmediğim yeni şeyler öğreniyorum. Gerilim de yazdım fantastik de melodram da.
Bi komedi yazmadım onu da yapabileceğimi düşünmüyorum açıkçası. Mizahı işlerimde mutlaka kullanırım ama, elim ille gider, hikaye elverdiğince tabii.
- Geçtiğimiz haftalarda ücretsiz bir “yazma ve okuma” platformu olan Wattpad’e erişim yasağı getirildi. Bir senarist olarak getirilen bu yasak hakkındaki düşünceleriniz neler?
Birebir takip ettiğim bi’ platform değil açıkçası. Ama fikirlerin, hikayelerin özgürce ifade edildiği hangi platform olursa olsun, yasak getirilmesi kanıma dokunuyor artık. Dünyada ilk ve tek ülkeyiz üstelik Wattpad’e yasak getiren, ne kadar utanç verici. Hitap ettiği yaş grubunu ve dinamiklerini düşündüğümüzde daha da acı verici hale geliyor durum. Özellikle 15-25 yaş arası kesimin okuma yazma pratiğine çok katkısı olduğunu düşünüyorum çünkü Wattpad’in. Ayrıca kültürel bir üretim alanı orası, ne diziler, ne kitaplar çıkardı bugüne dek, ayıptır. Neyse sloganlar atmaya başlamadan bitiriyorum cevabımı.
- Pınar Hocam, öğrenciniz olarak yazarlık atölyelerimizde karakter için ciddi bir araştırma yapıp karakter hikayesinin yanı sıra oyuncuyla, karaktere dair yaptığınız araştırmaları ve referansları da detaylı bir şekilde paylaştığınızı söylediğinizi hatırlıyorum. Karakter için bu denli emek verdiğinizi düşünürsek elbette ona ruh üfleyecek oyuncu seçiminin de önemi yadsınamaz. Cast sürecine ne denli dahil oluyorsunuz? Sonraki süreçler için de kimi senarist, oyuncularla iletişime geçmemeyi tercih ettiğini belirtiyor. Bu anlamda sizin tercihiniz nedir?
Bir senaristin cast sürecinin tamamına dahil olması gerektiğini düşünüyor ve de öyle yapıyorum. Her şey henüz bir toz bulutuyken senarist çoktan hayal etmeye başlamıştı o ‘birini’. Özellikle dizide karakteriniz her şeyinizdir. Canlandıracak oyuncuyla da yakinen ilgili olurum bu yüzden. Dizi başladıktan sonra da iletişimde kalır, bu karşılıklı ilişkiden işin hayrına bir sonuç çıkacağına inanırım. İstisnalar olmakla birlikte tecrübelerim genelde bu yönde oldu.
- Peki, bu zamana kadar yazdığınız karakterler arasında ‘O’nun sahnelerini yazmayı çok seviyordum’ dediğiniz, yeri sizde ayrı olan bir karakter ya da çift var mı?
Hep sorulur bu, hiç de seçemem. Seçebilsem de söylemem ayrıca, hepsi içimin bi’ yerlerine dokunmuş ki yazabilmişim, içlerinde ayrım yapmak istemem.
- Yabancı dizilerde hayranı olduğumuz senarist ve showrunnerlar var. (Benim için en büyük örneklerinden biri Russell T. Davies’dir!) Türkiye’de de böyle bir planlamanın olduğu söyleniyor. Sizce showrunnerların olması daha adanmışlık kokan, kaliteli diziler izlememizi sağlar mı? Sizin böyle bir planlamanız bulunuyor mu?
Elbette. Yurt dışında olmazsa olmaz bir title’dır showrunner’lık. İşin hem sanatsal duruşunu, bakış açısını, hem de teknik akışını, yürüyüşünü takip eden, yönlendiren vizyon sahibi bir veya iki senaristten oluşur genelde. Ben senelerdir herhangi bi titr almadan bunu yapıyorum zaten.
Çalıştığım işlerin kurgusundan, castına, müziğine her aşamasına dahil oluyor ve mesai harcıyorum. Bunu severek, can-ı gönülden yapıyorum ve hep de mutlu oldum böyle. Çalıştığım insanlar da aynı şekilde. Kim bilir daha üzerine düşünülmüş, sınırları ve çerçevesi belirlenmiş bir şekilde icra edilse, daha ne kadar faydasını görecek projelerimiz. Bizim işimiz net ekip işidir öte yandan. Birçok birimi yaratıcı dil anlamında birbirine bağlayacak bir tutkala, müstakil bir vizyona ayrıca ihtiyaç olduğunu düşünüyorum, aksi halde amorf yapılar çıkabiliyor ortaya.
Diliyorum showrunner’lık kavramı en kısa sürede sektörümüzde yerleşir. Yönetmen de olabilir bu arada bu kişi lakin haftalık dizide sette yaşadıkları için, iş başladıktan sonra gerçekleştirebilmeleri pek mümkün olmuyor maalesef. Bu soruda ‘adanmışlık’ kelime tercihine katılmadım sadece. Bizim işimizde kendinizi adamadan hiçbir şey yapamazsınız zaten, çok talepkârdır o anlamda. Başarılı olmak istiyorsanız showrunner’ınız olsun olmasın herkes kendini adamak zorunda o hikayeye.
- ‘’Keşke ben yazmış olsaydım’’ diyecek kadar etkisinde kaldığınız, bu iş tam benim kalemim diye düşündüğünüz yerli/yabancı bir dizi veya film var mı?
Bu sorunun cevabı her zaman Sopranos olacak sanırım, yıllar geçiyor o değişmiyor. Ama onu da James Gandolfini olmadan yazmaz, yazamaz, böyle bağlanmazdım kesinlikle.
- Birkaç kanal adı/platform söylesem en sevdiğiniz projelerini söyler misiniz?
HBO: Sopranos, Euphoria, Succession, Six Feet Under, White Lotus. Hepsi deyip geçeyim en iyisi HBO işlerine pozitif önyargım bol, ne yapsalar koşarak izlerim.
SHOWTIME: Dexter, The Affair, Escape at Dannemora
GAIN: Ayak İşleri, Mahsun J, hepsini henüz bitiremedim ama Dengeler’i de sevdim.
NETFLIX: The Crown, Narcos, The Last Dance, Ozark, The OA (ilk sezon😊)
BLUTV: Magarsus, İlk ve Son
- Ben atölyelerimizden dolayı cevabınızı az çok biliyorum ama takipçilerimizin de merak ettiğine eminim. 😊 Senarist adaylarına bu sektörde var olabilmeleri için önerileriniz nelerdir? Kariyerinizin başına dönseniz kendinize vermek istediğiniz üç öğüt ne olurdu?
Başa dönsem kendime 3 değil 33 öğüt verirdim ama dinler miydim bilmiyorum açıkçası. Bu işin kurallardan kaidelerden bağımsız, kalpten gelen bi tarafı vardır, onu bulun ve sımsıkı tutunun demek isterim. Birkaç öneri de sıralayayım yeri gelmişken. Kahramanınıza sadık olun, lokomotifiniz her zaman odur. Asla ‘ne tutar’la yola çıkmayın, ‘neyi yazmayı en çok istiyorum’a odaklanın. Sosyal medyayı zaten sallamayın.
Başarısız olan işleriniz olacak, hepimizin oldu, en çok da onlardan öğrendik, teşekkür edin onlara, hatalarınızı sevin. Bu iş süreklilik ister, yazmaya hiç ara vermeyin. Hepsinden önemli olanı da zor zamanlarda neşeli kalma gücü’dür. Mesleğimiz çok ödüllü, bol da bedellidir. O an hayatınızda n’oluyorsa olsun, nasıl hissederseniz hissedin, hele de ana akımda işiniz varsa ara verme lüksünüz yok hep yazmak zorundasınız. O yüzden kendinizi yükseltmenin, şefkat gösterip motive etmenin tamamen size özel yollarını bulun.
Sırada sosyal medyada Ne İzledik takipçilerinden gelen sorulardan sizin için seçtiğimiz bir soru var! 🙂
Unutamadığım sahneden ziyade unutamadığım yazı anları var. Sabahın 5’inde bi keresinde, bi sahneyi bi türlü çözememiş, derdini bulamamış, çıkıp sokaklarda yürümüştüm tek başıma. Yorgun ve sıkışmış hissediyordum ama gururluydum da sabaha karşı boş sokaklarda derdimi aramaktan. Hangi sahne çıktı sonra söylemiyim ama unutamadığım anlardan biridir. 😊