İlk ve Son: Nilüfer ve Cihan’ın Hikayesi
Her güzel şeyin bir sonu vardır. İlk ve Son için de Nilüfer ve Cihan’ın hikayesinin sonuna geldik dün akşam (28 Kasım). 💔 Uçlarda yaşanan duygular, psikolojik durumlar, işlenen temalar ile çoğumuzun yüzüne bir ayna tutup kendimizle yüzleşmemizi isteyerek bitirdi sezonu İlk ve Son ekibi. Muhteşem bir son bölümün ardından buruk bir şekilde de olsa sohbet için buradayım efendim!
Sezonun başından beri işlediği temalara baktığı pencereyi bir anda değiştirip “başka bir ihtimal daha var mı?” diye düşündüren bir bölüm kaldı geride. Nilüfer ve Cihan’ın on yıllık ilişkilerine şahitlik ettikten sonra şimdi sıra sonrasındaki dönemde.
Artık biliyorsunuz ki her bölümün ardından buradaydım -geçmiş zaman kullanmak kahretti beni 😭- düzenli okuyanlar olmuştur, bazı yazıları okuyan olmuştur… Her yazımda olduğu gibi kısacık bir hatırlatma, eğer hala okumadıysanız dizinin beşinci bölümü için yaptığım yoruma buradan ulaşabilirsiniz.
Sezon boyu olduğu gibi içimize işleyen, hayatımızdan bir parça bulduğumuz ve duygu seline kapılmaktan kendimizi alamadığımız harika bir bölümdü dün akşamki (28 Kasım) bölüm. Yorumlamak, sohbet etmek bu sefer hem keyifli hem de buruk olacak benim için…
Esas bölümlere geçmeden önce Hazal Subaşı ve Ulaş Tuna Astepe başta olmak üzere dizide yer alan tüm o harika oyunculara; aynı zamanda yapımıyla, proje tasarımıyla, senaryosuyla kamera önünde arkasında emek veren her bir kişiye teşekkür etmek isterim. Muhteşem bir sezon izledik sayenizde! 👏🏼
Veee geldik artık bir klasik haline gelen ve her yorumumda yerini alan, yazının “spoiler alert” bölümüne. Bu uyarıdan sonrasını henüz bölümü izlememiş olanların okuması tavsiye edilmez. Bölümü izledikten sonra bekleriz efendim. 😉
!!! SPOİLER ALERT !!!
Zamanın nelere gücünün yetebileceğine, duyguların ve durumların evrimine ışık tutuyor son bölüm. Bazı yüklerin hep bizimle kalabileceğine, bazılarının durumunun ise bize bağlı olduğuna vurgu yaparken aklımıza yine bazı sorular iliştiriyor: “İnsan değişir mi, zamanla geçmez denilenler geçebilir mi, insan kaybolduktan sonra kendini bulabilir mi?”… Hayat insanı bazen tahmin ettiği bazen ise aklından bile geçmeyen yerlere sürükler, zirve de görülebilir dibin dibi de… Hikâyenin sonu ne kadar güçlü olduğun değil, kendini ne kadar sevdiğin ile ilgilidir.
Duygular değişir mi? İnsanların huyları değişir mi? Yaşananlar, yıpranmalar, hayal kırıklıkları insanı olmadığı birine dönüştürebilir mi? Peki bu değişim kalıcı mıdır, insan özüne dönemez mi? Ya da özü nedir insanoğlunun? Travmalarımız hayatımızın neresindedir? Bu bölüm insanoğlunun zayıf yönlerine değinildiği gibi isterse ne kadar güçlü olabileceğine ve sevginin her şeye yetemese de bazı şeylere yetebileceğine şahitlik ediyoruz Nilüfer ve Cihan ilişkisi üzerinden.
Ailesine ebeveynlik yapmak ya da sürekli kendini kanıtlamak zorunda kalarak büyümüş çocukların, çocukluğu içinde ukde kalmış yetişkinlerin hayatta nasıl bocaladığını, kendini bulabilmek için etmesi gereken mücadeleyi anlatıyor ve insana dair olan her ana, her duyguya odaklanıyor bu bölüm Hakan Bonomo.
Hadi gelin hep beraber bir insanın neler yapabileceğini, sevginin gücünü, hayatın gerçeklerini irdeleyeceğimiz ve Nilüfer’i, Cihan’ı daha iyi anlayacağımız bir sohbete başlayalım!
İnsan Zamanla Değişir Mi?
İlişkileri zayıf, hatta kötü olan ailelerde yetişmiş çocuklar Nilüfer ve Cihan. Öğrenmenin bir çocuk için en iyi olacağı yer “aile”dir oysaki. Ancak ikisi de ailelerinden insan ilişkilerine, sevgiye dair pek güzel öğretiler alamamışlar. Bu durum tabii ki ikisinin de mantıksız davranışlarının kılıfı olamaz ama bir de bir gerçek var ortada. Nilüfer de Cihan da zarar vermeden sevmeyi bilmiyorlar.
Cihan ona değersizlik aşılayan, fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan, sevilmediğini iliklerine kadar hissettiren bir baba ve hiçbir şeye sesini çıkarmayan, her şeye teslim olan bir anne ile büyümüş.
Nilüfer ise her şeyi onun iyiliği için yaptığını söyleyen, istemediği şeyleri yapmasına engel olmak için babasını küçük yaşta kaybeden kızını canı ile tehdit eden, fiziksel şiddet uygulamasa da baskısıyla ve sözde sevgisiyle onu boğan bir anne ve erkenden pes edip intihar eden bir baba figürüne sahip.
Cihan babasına, Nilüfer annesine “kaybetmediğini” ve “haklı olduğunu” kanıtlamaya çalışırken savrulmuş ve ilişkilerini yürütememiş iki yaralı yetişkin. Kaldı ki başarısız oldukları ilişki sadece duygusal anlamda aralarında olan ilişki de değil. Arkadaşlık ilişkilerinde de çok kötüler. Geçtiğimiz bölümlerde Cihan’ın eski en yakın arkadaşını ve aralarında geçenleri görmüştük.
Bu bölümde de Nilüfer ve en yakın arkadaşı arasında yaşananları gördük. İnsanlara güvenme problemleri, köşeye sıkıştıklarında travmalarının ardına saklanmaları doğru insanları bulmalarını engellemiş, bununla da kalmayıp ilişkilerinde de hep diken üstünde kalmalarını sağlamış.
Hep Cihan’ı konuştuk “kendini sevmek” konusunda ama Nilüfer de en az onun kadar başarısız bu konuda. Ondan ki Cihan ile yollarını ayırdıktan sonra başına gelen kötü şeylerin cezasını “Nilüfer olmasına” kesmiş ve bambaşka birine dönüştürmüş kendini.
Sessiz sakin sevip sevilmek isteyen, bağırıp çağıran ve küfreden bir insan olmak isteyemeyen Nilüfer gitmiş, yerine çevresindeki herkesi siniriyle kendinden uzaklaştıran, durmadan bağıran ve küfreden bir Nilüfer gelmiş.
Cihan ise… Cihan zaten yeterince batmış durumda değilmiş gibi daha da dibe gömülmüş. Yapmaması gereken şeyler yapmış, hayatında kendi dışında herkese bir anlam yüklediğinden Nilüfer’i kaybetmesi ve kızıyla arasına mesafeler girmesiyle tamamen bir depresyona girmiş.
“İstikrarlı bir adamsın ama sen… Bir gün bile beni yanıltmadın. Ne adam olabildin ne koca ne de baba…”
Bazı insanlar da asla değişmezler. Cihan’ın babası ve Nilüfer’in annesinde gördüğümüz gibi… Hatalarıyla yüzleşmek, çocuklarına destek olmak bir yana dursun öncelikleri hep kendilerinin haklı olduğunu vurgulamak. “Onlar da öyle yetiştirilmiş” evet, ama bu bir zincir ve bir yerinden kırılması gerekir. Onlar bunu başaramamışlar. Peki ya Nilüfer ve Cihan bunu başarabilecek mi?
Rota: En Mutlu Olduğum Gün
Cihan her şeyden -kendinden bile- vazgeçmiş olsa da vazgeçemediği biri var: Kızı Elif. Yaptığı hatalara, düştüğü batağa rağmen kızıyla iyi bir ilişki kurmaya çabalıyor. Görünen o ki bunu da kısmen de olsa başarmış. Elif babasının haline üzülse de onu çok seviyor.
Hayatta bazı anlar vardır. Hissettirdikleriyle, anı olarak bıraktıklarıyla özeldir, unutulmazdır. Kızıyla “filmdeki gibi” bir tatil düşünen Cihan bilinmezliğe doğru yol alırken kızının boynunda gördüğü kolye ile buluyor aradığı şeyi. Her şeyin başladığı yer belki de iyi gelecektir Cihan’a da?
“Beni nereye götüreceğini buldun mu?”
“Şimdi buldum!”
“Nereye?”
“En mutlu olduğum güne.”
Cihan için hikâyenin kırılma noktası ise kızı Elif’in günlüğünü okumak oluyor… Büsbütün kendiyle yüzleşmesine, iyileşmek için çabalamasına dair ilk adım… Ondandır ki günlüğü okuduktan sonra özgürce bağıra bağıra ağlıyor ve Nilüfer’e uzun bir zamandan sonra içinden geçenleri filtresiz bir şekilde sesli mesaj olarak atıyor.
Babasının mutsuz oluşuna içerleyen, hep ağlarken gördüğünden ağlamamasını isteyen ve aslında içten içe babasına bir şey olmasından, babasını kaybetmekten korkan küçük Elif’in yüreğinden dökülen cümleler Cihan’ı sarsıyor. Yine de yüzleşmek istemiyor, karşısına çıkan gerçeklerden kaçmak istiyor aslında. Ama bir şekilde kendini sanki anılarını yad edermişçesine kızını tek tek, o gün ilk tanıştıklarında Nilüfer ile nereye gittiyse oraya götürürken, ne yaptılarsa aynısını yaparken buluyor.
Bir nevi o günü yeniden yaşayıp kendiyle olmasa da ilk etapta Nilüfer ile yüzleşmeye çalışıyor sanki. Nilüfer’in karşısında söylemek isteyip söyleyemediklerini aynı yerde kızının karşısında söylüyor adeta… Ardından ise kızının korkması, kızının yanında düştüğü durum bir dönüm noktası oluyor Cihan için. Cihan kızı sayesinde, kızı için iyileşmeye ilk adımını o tatil gününün gecesi atıyor aslında.
Hesaplaşmalar ve Kendini Bulma
Bazı duygular insanın yüreğinde yük, sırtında kambur olur. Bu duygulardan en baskın olanı da kırgınlıktır. O kırgınlığı üzerinden atamadıkça da iyileşemez insan. Cihan da babasına kırgındı ve korkmadan bunu yüzüne söyleyecek cesareti de yoktu. Ancak bayıldığı bir anda o güne, o hastane odasına gitti. Babasının onca yaptığına rağmen “yine de hakkım helaldir” deyip Cihan’ı aşağılamaya devam ettiği o odaya.
Gerçeklik algısı yıkılmıştı, mekân ve zaman da… Cihan yolun sonuna geldiğini hissettiğinden mi, kızının cümleleriyle yüzleşmenin hissettirdiği hafiflikten mi bilinmez babasıyla hesaplaşmayı başardı.
Giden geri gelmez, geçmişte yaşananlar değişmez belki ama kabullenmek insanın yüreğindeki yükü hafifletir. Cihan sandığımızın aksine Nilüfer’den önce kurtuldu yüklerinden ve kızı için yıllarca öğrenemediği bir şeyi öğrendi: Mücadele.
“İlk kez karşında korkmadan söylüyorum. Seni sevmiyorum baba. Seni affetmiyorum.”
Nilüfer de annesine kırgındı. Sevgisizliği için, onu “ikinci bir hayat fırsatı” olarak gördüğü için, hiçbir zaman arkasında durmadığı için… Ama hesap sorma konusunda Cihan’dan daha cesurdu çünkü o da mantıklı düşünemez hale gelmişti. Çıldırır vaziyette annesinden hesap sorarken amacı rahatlamak olsa da bu hesaplaşma yeterli olmayacaktı.
Nilüfer kendi küçüklüğünün hesabını sorarken kızını unutuyordu. Fark etmeden annesinden gördüklerini yaşatıyordu kızına. Kurallı bir hayat, dikkat edilecek beslenme düzeni, babasını sevmesinden hoşlanmaması… Tıpkı annesi gibi davranıyordu. Annesine karşı içini dökmeyi başarsa da iyileşmek için bir adım daha vardı. Nilüfer’in Cihan’dan ayrıldıktan sonra özellikle kaçtığı bir eylem: Yüzleşmek.
“Annen bile olsa her insan hatasını kabul edecek kadar cesur değildir kızım.”
“Senin gibi mi?”
“Olduğun Gibi Çok Güzelsin”
Bazen her şey üst üste gelir ve insan sorunun kendinde olduğuna inanır. Değiştiğinde her şeyin değişeceğine, umursamaz davranırsa gerçekten umursamaz olabileceğine inandığı gibi… Halbuki değişmek değil, yüzleşmek ister hayat. Acılarınla, korkularınla, kendinle, geçmişinle… Yok saymak en kolay kaçış yöntemi olsa da bir yere kadar götürür insanı. Kaçtıkça büyür içindeki ağırlık, bu sefer de kendinden kaçmaya çalışır insan…
Nilüfer’in yaptığı da buydu işte. Başına gelen kötü her şeyin sorumlusunun “Nilüfer olması” olduğunu düşünmüş ve kendinden kaçmıştı. Olmadığı bir hale bürünmüş, çevresindeki herkesi teker teker kaybetmişti. Kimse farkında değildi, belki kendi bile ama öfke onun sığınağıydı.
“Özgürlük dedin ya… Sen en çok özgürlükten korkarsın Nilüfer.”
Tamamen iyileşmek için atacağı adımın önünde bir adım daha vardı Nilüfer için: Kendi olmak. Başkası gibi davranmaya, hissetmeye çalışmak yorucudur. Nilüfer de bunun farkındaydı içten içe bence ancak bir desteğe bir ele ihtiyacı olacaktı. O el de Cihan’ın ablası sayesinde edindiği arkadaşlarından birinden gelecekti. Çünkü korkan birini en iyi anlayacak olan kişi korkuyu tanıyandır. İnsan sevinçleriyle başarılarıyla olduğu kadar acılarıyla ve korkularıyla da insandır.
“Ben Nilüfer’im ve olduğum gibi çok güzelim…”
Nilüfer’in asıl iyileşme adımı da tıpkı Cihan’da olduğu gibi Elif’in günlüğünü okumasıydı. Başka birinin demesiyle değil, kendi kızının yüreğinden dökülen kelimelerle kendini sorgulamak, farkına varmak ona iyi gelecekti. Ki öyle de oldu. Elif’le beraber günlüğünü okumaya başladığında sarsıldı, üzüldü ama en önemlisi yüzleşti. Yaptığı hatalarla, annesine benzeyen yönleriyle, hissettirdikleriyle ve kaçtıklarıyla yüzleşti. Ve iyileşmek için en büyük adımı atmış oldu. Şimdi gerçekten her şey yeniden başlayacaktı!
“Zamanın Eli Değdi Bize”
Zamana hep çok büyük anlamlar yüklemiştir insanoğlu, asıl mevzunun kendinde bittiğinin farkına varamadan. Zaman akar gider o sırada iyileşmek isteyen iyileşir, iyileşmek istemeyen olduğu yerde saymaya devam eder.
Biz kimin başına bir şey gelecek de mutsuz son ile bitecek bu hikâye diye beklerken ters köşe olduk Hakan Bonomo kalemi sayesinde. Gerçi bu kadar gerçek bir hikâyeye de bu kadar gerçek bir final yakışırdı zaten.
Nilüfer, Cihan ve tanıdıkları onca insanın her şeyin başladığı sahilde aynı sofrada olması, Nilüfer’in bakışlarıyla Cihan’ın olup olmadığına bakması, Cihan’ın Nilüfer ile göz göze gelir gelmez yüzünde oluşan o buruk ama her şeyin geçmişte kalmasına da mutlu olan ifadesi… Ve nihayetinde de çalmaya başlayan Müslüm Gürses…
Hayat da böyledir biraz aslında. Mutlu sonlar ve mutsuz sonlar diye ayrılmaz. Bazen bazı hikayeler yarım kalır. Birbirini çok seven iki insanın her zaman kavuşması gerekmez. Eğer bu iki kişi birbirini çok sevse de birbirine zarar veriyorsa, zamanı geldiğinde ayrı kalabilmeyi bilmelidir.
Dizi boyunca kıyafet renklerine dikkat ettiyseniz hep bir karma söz konusuydu. Cihan da Nilüfer de zaman zaman beyaz zaman zaman da siyah oluyordu. Finalde ikisini de beyazlar içinde gördük. İyileşmiş, yüklerinden ve bağımlılıklarından kurtulmuş; geriye sadece yaşanan acı tatlı her şeyin burukluğunu yaşayan iki yetişkin insan kalmış.
İşaret parmaklarını uzaktan öpüştürme detayı ise en can alıcı kısmıydı sahnenin. Hazal Subaşı ve Ulaş Tuna Astepe hiç konuşmadan o kadar iyi oynamışlar ki sahneyi, gözyaşlarımızın şelale olduğu anlardan biriydi bu an da…
Eveettt! Veda etmemek için yazıyı uzattıkça uzatsam da her güzel şeyin bir sonu var en başında da dediğimiz gibi. Ruha iyi gelen, yüreğe dokunan hatta hepimize bir ayna görevi gören bir bölümün yorumunun daha sonuna geldik. Bu yorum aynı zamanda İlk ve Son’un son bölüm yorumu olma özelliğini taşıdığından biraz buruk hissediyorum. 🥹
İlk bölümden son bölüme gücümün yettiği, dilimin döndüğü kadar anlatmaya ve elimden geldiğince size eşlik etmeye çalıştım. Umarım siz de keyifle okumuş, keyifli zaman geçirmişsinizdir. Sürçülisan ettiysem affola!
Vedamızı da son bölümle beraber dilimize dolanan ve Nilüfer ve Cihan dendiğinde zihnimizde belirecek olan o efsane şarkı ile yapalım… Sevgilerle!
“Her şeyi al
Bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer başka zaman
Sensiz ömrüm olsun“