tds_thumb_td_300x0
Yiğit Güralp’in kaleminden: Glass Film Yorumu

2000’de izlediğimiz “Unbreakable”den bir üçleme çıkacağı kimin aklına gelirdi? Hindistan doğumlu sinemacı M. Night Shyamalan’ın aklına da ne zaman geldi bilmiyoruz ama bu planından hayli geç haberdar olduk.

2016’da izlediğimiz “Split”in finalinde, bu filmin aslında bir devam filmi olduğunu ve üçüncü bir filmle de süreceğini öğrenmiştik.

Bu yüzden bu ilk iki filmi izlemediyseniz şu an vizyonda olan “Glass”da olup bitenleri kavramakta güçlük çekebilirsiniz. “Split” Netflix üyeleri için bir süredir platformda gösterimde. “Glass”a gitmeden önce yasal olarak izleyebilirsiniz.

Bu yüzyılın başında “Unbreakable” için harcanan 75M $, bugün de sıkı bir bütçe ama 20 yıl öncesi için daha da dev bir bütçeydi ve film bu yüzden de büyük bir sinema filmiydi.

Sinema severleri beklenmedik finaliyle büyüleyerek dev hasılat elde eden “Altıncı His” filminden sonra #Shyamalan sıradaki filmleri için bu büyük bütçeleri bulabiliyordu. Ama zamanla seyircisini tatmin edemeyerek, gişede zarar yazan filmografisi kariyerini sıkıntıya sokmaya başladı.

Ve bir gün 9M $ gibi ufacık bir bütçeyle çektiği “Split” ile adeta küllerinden yeniden doğma imkanı buldu.

“Split”i seven çoğunluk, Bruce Willis ve Samuel L. Jackson’ın da seriye geri dönüşüyle, takım oluşacak ve ortalığı dağıtacaklar sanarak “Glass”dan büyük şeyler bekliyor ama bu filmin de 20M $lık yine kısıtlı bütçesi bize ihtişamlı film taklidi yapan sade bir TV filmi izletebileceğini zaten haber veriyordu. Bu yüzden kahramanlarımız tutuldukları akıl hastanesinden kurtulup kuleye giderek kapışacak sanmak boşuna, çünkü kahramanlarımız için ayrılan böyle bir para yok. 🙂

O yüzden film psikolojik derinliğiyle kendini sonuna kadar izletiyor ama finalini hastane bahçesinde minimal bir aksiyonla ihtişamdan uzak sade bir biçimde yapıyor. Seyircinin hayal kırıklığı da biraz bu yüzden. Ben bütçeye bakarak gittiğim için hayal kırıklığı falan yaşamadım.

Aranızda Split 8 M ile az mekanda geçen bir filmken Glass 20 M bütçesi ile neden daha büyük bir film olamadı diyenler olacaktır. Cevabı basit, o aradaki 12 M fark Willis ve Jackson’a gitmiştir de ondan.

Shyamalan’ın hikayesini üzerine kurduğu, çizgi roman ve gerçek dünya arasındaki çekişmeye dayalı felsefesi kendini ilgiyle izlettirmeyi beceriyor. Üçlemenin kendi içindeki tutarlılığı da kusursuza yakın.

Glass karakterinin; “Olağanüstü olan her şey göz ardı edilebilir ama bu onların var olduğu gerçeğini değiştirmez” cümlesi serinin bir özeti. Sıra dışı fiziksel ve psikolojik hastalıkların insan ırkında farklı bir statü olarak tanınması, hepsinin belli travmalara sahip olmaları, toplum içinde bir nevi ucube ya da ötekiler yaftasına maruz kalmaları da, “mutantlık” kavramıyla örtüşen zekice bir alt metin. Shyamalan tüm bunlardan bir evren yaratarak bu serideki becerisini zaten yeterince kanıtlıyor.

Dr. Ellie karakterinin, 3 kahramanı büyük bir salonda toplayarak, onları birer süper kahraman değil de sadece hasta insanlar olduğunu ikna etmeye çalıştığı sahne ise pembe duvarlarıyla yapım tasarımının ve sinematografinin en akılda kalıcı ana imza attığı anlar. Shining’da Kubrick; ekibiyle birlikte bu anlardan daha fazla yaratabildiği için sinemanın dahi çocuğu. Shining’i yıllar sonra anımsadığımızda, üzerinde üç tekerlekli bisiklete binilen halılar, yazı yazılmaya çalışılan dev lobi, kırmızı bar, kan boşalan koridor, baltayla saldırılan kapı ve labirent biçimindeki bahçe gibi pek çok set aklımıza gelirken, Glass’ı anımsadığımızda aklımıza hep bu pembe salon gelecektir.

Bruce Willis’in yıllardır tanıdığımız bir dost kadar yakın hissettiren yüzü, sesi ve karizması her zaman kendisini izletiyor. Shyamalan Bruce Willis’in karakterine Mavi Ay dizisindeki karakterin ismi olan David’i vererek diziye bir gönderme yapmıştı. Willis, Jackson ikilisinin Zor Ölüm 3’deki efsane performanslarını da sevdiği ortada. Bu serinin iki filminde de bu ikiliyi yeniden bir arada izleme şansına eriştik.

Edward Norton’ın Hulk rolünü almasındaki en büyük etken Richard Gere ile baş rolü paylaştıkları 1996 yapımı “Primal Fear” rolü olmuştur diye düşünürüm. Norton burada henüz 20’li yaşlarında kişilik bölünmesi yaşayan bir katil zanlısını muhteşem bir biçimde canlandırmıştı.  James Mc Avoy da Norton’ın mirasını devralarak yirmiyle çarpıyor.

Özetle Mc Avoy’un filmi diri tutan sıra dışı performansı ve enerjisine bayıldığım, daha çok filmde izlemek istediğim 1996’lı #AnyaTaylorJoy’ın tatlı yüzüyle 2 saat su gibi akıp geçiyor. Shyamalan’ın kendisini minik bir rolde gösterdiği cameosuna gerek var mıydı derseniz o da adamın filmi, Hitchcock gibi bir hatıra istemiş demek ki.

Ben buna takılmadım ama senaryonun bizim etçi Nusret’e ve tuzlama merakına gereksiz bir gönderme yapmasına güldüm elbette. Evet şaka değil, filmin ilk çeyreğinde bir sahnede Nusret’den üstü kapalı biçimde bahsediliyor.

Son olarak, öğlen 12 seansında dağıtımcıların küçücük salona attıkları filme ilgi büyüktü ve minicik salon gençler tarafından tıka basa doldurulmuştu. O yüzden Allah bu dağıtımcıları da tez zamanda bildiği gibi yapsın diyorum. Avur zuvur yerli filmlere ayrılan salonlar bomboş dururken seyirci dev perdede, büyük görsel bir dünyada izlenmeyi hak eden filmleri hep minicik salonlarda, dar perdelerde izlemek zorunda kalıyor. Sektörde gerçekten ciddi bir beyaz yakalı problemi var. Pek film de izlemediği belli olan ama her şeye oturdukları yerde karar veren bu beyaz yakalı arkadaşlardan sinemacılığın ve TV kanallarının kısa sürede temizlenmesi dileklerimle.  

Yiğit Güralp

Twitter Adresi: twitter.com/yigitguralp

Instagram Adresi: instagram.com/yigitguralp/

Yiğit Güralp Yazdı: Altın Küreleri Toplayan Green Book

Pazar akşam üzeri, Ne İzledik yöneticisi kardeşlerime mesaj atıp,  “Bu Gece Green Book ödülleri toplayacak, yazımızı akşamdan hazır mı etsek” demiştim 🙂

Tam da öyle oldu. “Green Book / Yeşil Rehber” dün gece Altın Küre Ödül Gecesine damgasını vurdu.

Daha ilk duyurulduğunda afişiyle bile kalbimi fetheden “Green Book / Yeşil Rehber”i iki hafta önce bir pazar sabahı, sıcak yatağımdan erkenden kalkıp, sinema aşkıyla yollara düşüp, nihayet izleyebilmiştim.

2018’in son günleri, pazar sabahı ilk seanstı, hem de salonun tamamına yakını doluydu. Gece ya da sabah herkesin uyuduğu saatlerde ya da günlerde, böylesine sinema seven bir kitleyle film izlemek beni ekstra mutlu ediyor. Çünkü o saatte her şeyi feda edip gelmiş topluluğun kalitesi de filme katılımı da yüksek oluyor. Kimse arasında konuşmuyor, hışır kuşur mısır semirmiyor, telefonun ışığını gözümüze sokup filme olan ilgimizi dağıtmıyor. Herkes filme konsantre oluyor. Tüm salon, birlikte gülüp, birlikte heyecanlanıyor. Bayram yeri gibi 🙂

Seyirci profili kadar, filmin kendisi de bu mutluluğumu beşe katladı.

Daima gülümseyerek, bolca gülerek ve arada kahkahalar patlatmaktan kendimizi alıkoyamadan izledik “Yeşil Rehber”i.

Hani; “artık yapmıyorlar böyle filmler” dediğimiz filmler var ya, öyle bir film “Green Book/Yeşil Rehber”.

Şimdi aranızda “afro amerikan ırkçılığı filmlerini mi artık yapmıyorlar diyorsun Yiğit, saçmalama” diyenler olacaktır. Elbette her yıl bu konseptte filmler yapılıyor. Ama bu filmden aldığım tadı en son 80lerde “RainMan / Yağmur Adam”ı izlerken almıştım. Ya da Robert Zemeckis’in ilk dönem filmlerinde yakalanabilen bir tat bu.

Viggo Mortensen İtalyan göçmeni hıyar aile babası rolünde döktürüyor. Komedi performansıyla kendine hayran bırakıyor. Eşiyle arasındaki kimyanın bir benzerini en son Rocky Balboa ile eşi Adrian karakterleri arasında izlemiştim, yine o tadı aldım.

Mahershala Ali’nin hayat verdiği sıra dışı karakter ise klişe siyah/beyaz çatışmasını her açıdan ters yüz ediyor. Çünkü film ilk bakışta ırkçılık üzerine bir film gibi görünse de aslen merkezine burjuva ve avam arasındaki sınıf farkını oturtuyor ve bu iki ayrı tabakadaki siyah ile beyazın yerlerini aslen tam da bu anlamda değiştiriyor.

Müthiş bir yeteneğe, bir dehaya sahip olabilirsiniz, bu yetenek sizi üst bir sınıfta, daha yüksek tabakada, konforlu bir yaşam sürme ayrıcalığına da yükseltebilir, ama filmde de söylendiği üzere “Deha yeterli değildir, insanların kalbini değiştirmek için cesaret gerekir”

İşte böyle güzel alt metinler üzerine kurulan güzel bir film “Green Book” ve ben güzel bir film izlediğim zaman onu sevdiğim insanlarla bir an önce paylaşmak isterim. Bu filmi de o gün sosyal medya hesaplarımdan hemen paylaştım. Ayrıca filme gittiğimi gören herkesin “filmi izlediği ve çok sevdiğine” dair mesajlar da aldım.

Peki herkes izledi ise neden diğer çok konuşulan filmler kadar konuşulmadı bu film?

Mesela siz, siz neden hala izlemediniz?

Filmin ülke genelinde sadece 17 bin kişi tarafından izlendiğini duyduğumda, bu “bir skandal” demiştim.  Film bol bol ödül alacaktır, o zaman “aa öyle bir film mi var” diye sorulmaya başlanır demiştim.

Peki sıkıntı nerede? Ortalıkta sıkça gezen “iyi filmler ülkemizde izlenmiyor?” cümlesinden bana fenalık geldi. Buna katılmak mümkün değil.

“Bohemian Rhapsody”i 2018’de sadece ülkemizde, hayli de mütevazı salon sayısıyla yarım milyonu aşkın seyirci izledi ki bu çok iyi bir rakamdır. Film tek tük salonlarda olsa da haftalardır da vizyonda kalmaya devam ediyor.

Kişisel / öznel filmlerin hazmı zordur, tüm dünyada diğerlerine göre daha az seyirciyle buluşurlar. “Tüm-Dün-Ya-Da”!

Örnekse “Roma” iyi bir film ama öznel bir film, bu yüzden ülkemizde de az izlendi. Bu çok doğal. “Bohemian Rhapsody” ise seyir zevki yüksek, tempolu, daha geniş bir kitleye hitap edebilen bir başka iyi film. Ve çok izlenmesi çok doğal.

Ama “Green Book / Yeşil Rehber” gibi seyir zevki yüksek, akıcı, tempolu, pozitif, iyi hissettiren bir filmin az izlenmesi, işte burada bir tutarsızlık var. Bunu da seyircinin kabahatinden çok seyircinin filmden habersizliğiyle açıklayabiliriz. Yani filmin ithalatını yapan firmanın heyecansızlığı, filme kendinin bile inanmayışı ve ülkemizde yeterince pazarlayamamasından kaynaklanan bir sonuç.

Bu yüzden “iyi filmler izlenmiyor” muhabbeti, her seferinde bilgiden yoksun bir geyik muhabbeti olmaktan öteye geçemiyor.

Şimdi filmin basiretsiz dağıtımcısı filmi yeniden pazarlayacak mı bakalım?

Mısır öven, kaliteyi yükseltme arzusu içinde olduklarını söyleyen zincirler bu bol ödüllü filme salonlarında daha çok yer verecekler mi acaba? Siz siz olun bir an önce gidin ve filmi sinemada görün.

Son olarak Altın Küre gecesine genel bir bakış atıp noktalayalım.

Sinemaya gönül verenler, sinemaya kafa yoranlar için yine sürprizsiz bir Altın Küre gecesi oldu. 2018’de izleyip, beğenip, yazıp çizdiğimiz tüm filmler tam da hak ettiği dallarda karşılığını buldu.️

Bol bol ödül dilediğim ve “bu filmi ülkede 17 bin kişinin izlemiş olması skandal, bütün ödülleri toplar bu yıl, herkes o zaman aa öyle bi film mi var demeye başlar” dediğim Green Book 5 adaylıktan 3’ünde ödüle layık görülerek gecenin lideri oldu.

– En İyi Senaryo

– En İyi Film / Komedi veya Müzikal

– En İyi Yardımcı Aktör: Mahershala Ali

“Bunun nesi başyapıt?” tartışmalarından “film yapmamış seyircinin empati kurmakta zorlanacağı bir başyapıt” diyerek uzak durduğum “Roma” tam iki ödül aldı.

– En İyi Yabancı Dilde Film

– En İyi Yönetmen: (doğal olarak başyapıtın yönetmeni)  Alfonso Cúaron

“Sinema hayatı kopyalama becerisidir, bu da bu hüner konusunda mükemmel bir işçilik” diyerek, “film olmamış” diyenlere hayli sitem ettiğim “Bohemian Rhapsody” de iki ödül aldı.

– En İyi Film / Drama

– Ve Freddy’e benzemiyor denilen #RamiMalek En İyi Aktör ödüllerini aldı.

We Are The Champions My Friend 🙂

Tüm ödülleri toplar denilen  “A Star Is Born / Bir Yıldız Doğuyor” için, “alsa alsa en iyi şarkıyı alır çünkü filmin sevilebilir olmasının en güçlü yönü şarkı sözleri özellikle de #Shallow” demiştim. #Shallow en iyi şarkı ödülünü aldı

– En İyi Şarkı: Shallow

(Film başka ödül alamadı)

Müziklerini öve öve bitiremediğim, La La Land’in müzikleriyle özdeşleşmesini ve aynı ekibin elinden çıkmasını zekice bulduğum, enstrüman olarak theremin ve h-arp uyumunun çok yakıştığı  “First Man” de tek ödülünü yine bu dalda aldı.

– En İyi Müzik: First Man

“Tüm Spider Man filmlerinden daha iyi” dediğimiz ama Türkiye’de ciddiye alınmayan, çoğu insanın filmi çok övmekle suçlandığı  “Spider Man In To The Verse” ise diğer adayların arasından sıyrılarak ödülünü aldı.

– En İyi Animasyon: “Spider Man In To The Verse”

Dizi izlemediğimi, başı sonu belirsiz bir şeye saatler ayırmayı sevmediğimi hep söylerim. Bu yıl sadece başı sonu belli ve usta yıldızların gövde gösterisi olan Netflix dizisi “The Kominsky Method”u izlemiş, herkese de önermiştim.

O da

– En İyi Komedi Dizisi

– En İyi Aktör (Michael Douglas) ödüllerini topladı.

Şimdi Şubat 2019 sonuna kadar ülkemizde daha yeni yeni gösterime girecek olan Oscar sezonu filmlerini sinemalarda izleyeceğiz ve o Oscar gecesini de heyecanla bekleyeceğiz. Yıl sonu balosu gibi eğlenceli organizasyonlar bunlar.

Herkese eğlenceli ve iyi haftalar!

Yiğit Güralp

Twitter Adresi: twitter.com/yigitguralp

Instagram Adresi: instagram.com/yigitguralp

Yiğit Güralp’in 1984’ü: Black Mirror Bandersnatch’in Düşündürdükleri

2018 finalini, Aralık ayı boyunca seyircisine art arda sunduğu orijinal filmlerle yapan Netflix, yalnızca “Birdbox” filmini dünyada ilk bir haftada 45 Milyon üyenin izlediğini duyurmuştu. Ben de geçtiğimiz hafta bu filme dair notlarımı yine Ne İzledik takipçileri için yorumlamıştım. İlgili yazıya buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Notların aldığı hoş geri dönüşler üzerine yeni yıl arifesinde yayınlanan “Black Mirror: Bandersnatch” filminin bana düşündürdüklerine dair notlarımı da sizlerle paylaşmak istedik.

Sosyoloji tabanlı bilim kurgu hikayeleri ile son yılların en çok konuşulan mini dizilerinden olan “Black Mirror”ın yaratıcıları bu yıl yeni bir sezon yerine tek bir TV filmi yayınlamayı tercih ettiler.

Elbette böyle bir karar almak için elinizde son derece çarpıcı bir fikir olması gerekiyor.

Neyse ki Black Mirror ekibi orijinal fikirler konusunda bir sıkıntı yaşamıyor ve bu kez de finalini seyircinin seçebileceği bir hikaye anlatarak bir ilke imza atıyorlar.

Duyunca bile insanın iştahını kabartan bu fikri daha yayınlandığı ilk gününde izledim ve beni çocukluk yıllarıma götürdü.

Hikayenin geçtiği 1984 yazında ilkokul 1. sınıfı yeni bitirmiştim. Bilgisayar ve konsol oyunları yavaş yavaş hayatımıza girmeye ve sokaktaki oyunlarımıza ayırdığımız zamanları daha yeni yeni çalmaya başlamışlardı. Bazılarımızın Commodore 64’ü vardı ve tüm site günde birkaç saatimizi onun başında, elimizde minik yıldız tornavida, oyun kasetlerinin kafa ayarını yapıp, oyun oynayarak geçiriyorduk. (Kafa Ayarı Yapmak nedir diyen yeni nesiller için güzel bir video)

Ve aynı yıllar çocuklar için ortalama 100 sayfalık öykü kitapları da yayınlanmıştı. Bu kitaplarda hikayenin gidişatını kendin seçiyordun. Örneğin “Ufalan kahramanımız lavaboya düşer diyorsan sayfa 64’e atla, eğer havluya tutunarak lavabodan aşağı iner diyorsan kaldığın yerden devam et”.

Böylece kitabın gidişatını ve sonunu sen belirleyebiliyor, aynı kitabı farklı seçimler yaparak tekrar tekrar okuyabiliyordun. 90larda bu kitap serisi “Macera Tüneli” adıyla da yayınlanmaya başladı ve her biriyle unutulmaz zamanlar yaşadık.

Sonraki yıllarda hayatımızla ilgili yaptığımız seçenekler hakkında konuşmalar yaparken hep bu kitabı örnek verdim. Ve bu kitapları aslında pek de fazla kimsenin bilmiyor olduğunu ve duyunca da “aa öyle kitaplar mı vardı ne ilginç” dediklerini öğrendim. Okumakla, kitaplarla ilişkisi zayıf bir toplumda buna çok da şaşırmamalıydım.

Özetle pek çok oyunda da uygulanan bu interaktif yöntemi şimdi de Netflix, yepyeni Black Mirror filminde uygulamış.

90ların sonunda “Koş Lola Koş” filmini izlediğimde, seçimleri seyirciye bırakacakları bir formatı ne zaman izleyebileceğiz acaba demiştim. DVD teknolojisi buna müsait diyordum. Fakat yıllardır DVD piyasasını sinemadan ve televizyondan ayrıştıracak bu formül kullanılmadı. Kullanılsa hem televizyon hem de sinema pastasından DVD’lerin çaldığı pay büyük olurdu. Günümüzde klasik televizyon kanalları iflas tehlikesiyle karşı karşıya ve yeni nesil televizyonlar artık yerini sağlamlaştırıyor. Bu fikrin uygulaması konusunda da kısmet Netflix’eymiş.

Anlayacağınız, hep “sinemayı bitireceğiz” gibi saçma bir iddiayla ortada gezinen Netflix, sinemaya alternatif olacak ilk ve en büyük adımını atmış aslında. İzlerken keyif aldım. Bazı seçimlerin hayli matrak sonuçları da var, bazıları ise oldukça cool. Herkes bu tadı aldığında ve bütçeler büyüyüp, bu film formatı başka büyük ya da daha komplike maceralar için de tasarlandığında; karaoke çılgınlığı gibi evlerde toplanıp interaktif film izleme çılgınlıkları yaşanabilir.

Netflix izlemek için Playstation kullanıyorum, her karar anında Playstation kolunun vınlayarak titremesi bile heyecanlı ve eğlenceliydi🎮☺️👌🏻Sizlere de tavsiye ederim.

Dilerim son günlerde “Black Mirror da sıktı artık yeaaa” diyenlerden değilsinizdir. Her şeyden hızla sıkılan tayfaya bir selam göndererek bitirelim: Dünyada çok az yaratıcı zihin var ve sizi doyurmak büyük sıkıntı oldu arkadaşlar, haberiniz olsun.

Yiğit Güralp

Twitter adresi: twitter.com/YigitGuralp

Instagram adresi: instagram.com/yigitguralp

Yiğit Güralp’in Gözünden: ”Bird Box” Nasıl Bir Film?

Bird Box’ın uyarlandığı ve ülkemizde de geçtiğimiz yıllarda “Kafes” adıyla yayınlanan kitap; çok şık bir metafor hikaye cümlesi ortaya koyuyor:

Dışarıya bakma, televizyona, haberlere, sosyal medyaya bakma, gördüğün şey delirerek hayatına son vermene neden olabilir

Bu, tam da bugünün cümlesi.

Bakmak ve görmek istemeyenlere “gözünü aç, iyice bak ve gör” diyenlerinse aklını yitirmiş meczuplar olarak resmedilmesi, filmi izleyen farkındalığı yüksek insanların canını sıkabilir. Ama bugünün dünyasında çoğunluk “bakmamayı ve görmemeyi” tercih ediyor, nedeni de “akıl sağlıklarını korumak.” Yani film, John Carpenter’ın bir klasiğe dönüşmüş “They Live / Yaşıyorlar” filmindeki “görebilenin farkındalığı ve aklı başındalığı” alt metnini ters yüz ediyor ki bu da tam bugünün yeni popülist dünyasının felsefesi zaten.

Hafta sonu yazmıştım, halen vizyonda olan “Engines Mortal / Ölümcül Makineler” filminde de, filmin uyarlandığı kitabın üzerine kurulduğu “mobil sömürgecilik” fikri müthiş bir metafordu ama ortaya uyarlama yönünden cılız bir film çıkmıştı. Bird Box’da da durum kitabın filme uyarlanması açısından buna biraz benziyor.

G. Romero’nun efsaneleşen “Yaşayan Ölüler” serisinin ilk filminde müstakil bir evin içinde kapana kısılarak, ikinci filmde bir alışveriş merkezine sığınarak zombilere karşı hayatta kalma fikrini ancak böyle güncel bir metaforla modernize edebilir, içine Hitchcock’un “Kuşları”nı, yetmezse “Ben Efsaneyim” ve “World War Z” gibi nice formülü serpiştirerek yepyeni bir film yapmayı ancak böyle bir hikayeyle mümkün kılabilirdiniz.

Filmde tüm bu saydığım filmlerdeki gibi kendisini ilgiyle izleten, gerilimin diri kaldığı bölümler de var.

Ancak hikayesini zamanda ileri geri giderek anlatmayı tercih eden film, böyle yaparak kimlerin ölüp kimlerin sağ kalacağı ve işlerin nasıl ilerleyip şekil alacağı ile ilgili seyirciye ip ucu verip sürprizlerin ölü doğmasına neden oluyor. Okumadım ama kitap da muhtemelen böyle yapıyor olabilir. Keza Best Seller kitaplar çoğunlukla hikayeyi zamanda ileri geri oynatarak; ya da karakterleri farklı mekanlara dağıtıp bir ona bir buna gidip gelerek ve her bölümü en heyecanlı yerde kesip tenis maçı gibi soluk soluğa bir yapı kurarak başarılı olurlar. Ama bu yapı her filme uyarlandığında çalışacak diye bir kural yok. Senaryoda zaman kurgusuyla oynamak da filmi her zaman havalı, her zaman zeki göstermez. Şayet bu filmde hikaye lineer bir zaman kurgusuyla yani olayların en başından en sonuna doğru ilerleseydi sürprizler kaybolmadan, filme duyduğumuz ilgi ve “acaba şimdi ne olacak” sorusu film boyunca daha diri kalabilirdi.

Filmin ikinci zaafı ise süresi. 125 dakika bu tür hikayeler için hayli uzun. Finalde temponun ve heyecanın yükselmesi gerekirken filmin ilk yarısına nazaran daha da düşmesinde sürenin uzunluğunun da katkısı var.

Biz yine de anlatıcılara saygı duyalım ve hikayelerini bu biçimde anlatmayı “tercih etmişler” diyelim.  Fakat şunu da eklemeliyim ki sözünü ettiğim tercihler ilgiyi diri tutacak bir seyir zevkini köreltmek adına “hatalı olduğu” çok belli olan tercihler. Bu da Netflix’in televizyoncu kafasından çıkamaması olarak yorumlanabilir mi emin olamıyorum. Sinemacı gibi düşünemiyor oldukları konusunda gözlemim genelde sabit kalıyor.

Özetle Bird Box bize bu yıl sinemalarda vizyona giren ve tüyleri diken diken eden bir tecrübe olan “Sessiz Bir Yer” gibi yeni, gerilimi yüksek müthiş bir film izletecekmiş vaadiyle başlayıp, Shyamalan’ın “The Happening”i ya da The Invasion filmi gibi türün cılız örneklerini akla getirmekle yetiniyor.

Yiğit Güralp
Twitter:  twitter.com/YigitGuralp
Instagram: instagram.com/yigitguralp


error: Korunan İçerik!