tds_thumb_td_300x0
Yiğit Güralp Yazdı: Captain Marvel’daki Kubrick ve Wes Anderson Referansları!

Captain Marvel izleyenler önümüzdeki 10 yıl boyunca tüm sarman kedilerin ismini Goose koyarlar sanıyorum.

1980lerin sonunda TRT2’de cumartesi gece yarıları “Güzel ve Çirkin”i izlemek çok havalıydı. 2000’li yıllarda bir başka makyaj harikasıyla Hellboy’a da hayat veren Ron Perlman’ı Terminator’un Linda Hamilton’una aşık, yer altı metro tünellerinde yaşayan tüylü yüzlü “Aslan Adam Vincent” olarak izler hepimiz Vincent olmak isterdik. (Gerçi daha sonra Onur Ünlü bu konsepti alıp, kendi orijinal fikriymiş gibi Şubat adlı bir yerli TV dizisi yaptı ama konumuz o değil.) O yıllarda ben de ilk kedime Vincent ismini koymuştum. O da bir sarmandı. Hatta o yıllarda kendisine Vincent denilen bir arkadaşım bugün bu ismi halen sosyal medya rumuzu olarak kullanıyor 🙂

Aslen uzaylı olan bu kedicik de; ismini şu günlerde yıllar sonra ikincisinin yapımı süren ve Tom Cruise’a şöhreti getiren birkaç filmden biri olan “Top Gun”daki Goose karakterinden alıyor. Zaten çizgi romandan uyarlanan öykünün filmdeki kökeni de 1980lerin sonunda tam da “Top Gun” filmine konu olan, Rus MIG’leri ile it dalaşı yapan hava kuvvetleri üssüne dayanıyor. Filmin büyük bölümü ise o yıllarda Brad Pitt’in herkesin diline efsane yakışıklı olarak yeni yeni düştüğü 1995 senesinde geçiyor. 90’ların tatlı şarkıları, Blockbuster dükkanları, yavaş çalışan Windows işletim sistemleri ve Mac bilgisayarları ile 90lar tadı film boyunca bizi bolca gülümsetiyor.

Bunca insan Captain Marvel izledi ama kimseler sinemada Kubrick ve Wes Anderson ile anımsadığımız “tek nokta perspektif” metoduyla yaratılan mekanlardan ve alınan fotoğraflardan söz etmemiş. Ki filmin en artistik yönü bu olmuş. Biraz da bundan söz edelim.

Filmde ilk sahneden itibaren dikkat çeken unsur mekanların geniş biçimde enine değil, dikey biçimde derinlemesine tasarlanmış olduğuydu. Derinlik hissini maksimum seviyeye çıkaran bu görsel anlatım biçimi 3D filme çok yakışan bir seçim olmuş. “Tek Nokta” ya da “Tek Kaçışlı Perspektif” olarak da dilimizde kullanılan bu teknik ile objeler ufuk noktasına doğru boyut kazanır ve bütün fotoğraf merkez derinlikte buluşur. Eğer kadrajı yapanlar; sağdan ve soldan bıraktığı paylarda bir simetri de yaratıyorsa ortaya etkileyici fotoğraflar çıkar. Özellikle Wes Anderson’un “Büyük Budapeşte Oteli” dışında son yıllarda pek böyle anlatım biçimleri görmeye alışık değiliz. Aslen 15. Yüzyılda Rönesans Mimarisinde kullanılmaya başlanan bu yöntem, mimariden tablolara ve geçtiğimiz yüzyıl da en etkin biçimde Stanley Kubrick filmlerinde kullanılarak fark yaratmış, hafızalarda ölümsüz izler bırakmıştı. Konuyu merak edenler “Kubrick One Point Perspective” yazarak çeşitli videolar izleyebilirler.

Gelelim Marvel hayranlarının Captain Marvel’a neden düşük not verdiklerine.

Konuya bir örnek vererek gireyim. J.J. Abrahams’ı sıradan seyirci gözünde zeki bir “yaratıcı yapımcı” olarak kodlayan özellikler, işin içindeki drama bilen insanlar için etik bir problemden ibarettir.

J.J. Abrahams; filmlerinin ilk yarısında ya da dizilerinin bölüm veya sezon finallerinde gizem dozunu öyle yükseltir, olayları öyle karıştırır, olmadık kişileri öyle bir öldürür ki, “hassiktir şimdi ne olacak?” dedirterek seyirciyi müthiş biçimde etkiler. Ama sonra bütün bu “ne olacak şimdi?”leri bir yere bağlayamazsanız ki J.J. Abrahams genelde bağlayamaz, işte o zaman bu ticari bir aldatmacadan başka şey değildir ve aslen etik açıdan ahlaklı bir durum da değildir. Yani bu “senaryoda zeka” değil “senaryoda dolandırıcılıktır”. Zeka, karmaşık hale getirdiğin her şeyi bir yere bağlayabilme yeteneğidir. İşleri karıştır karıştırır sonra da tutarlı, tatmin edici bir sonuca bağlayamazsanız seyirci fanatik değilse ve kafası çalışıyorsa “bu muymuş” der.

Avengers’ın son filminde her iki kişiden bir kişinin ölmesiyle seyircide tam da böyle bir “ohaaa ne olacak şimdi” merakı oluştu. Arzu edilen de zaten buydu. Filmin finalinde Captain Marvel’a gönderilen çağrı da, “Captain Marvel nasıl bir abladır ki en güçlülerin bile yenemediği adamı gelip yenecek” sorusunu sordurdu. (Çizgi Romanları bilmeyen seyirci profilinden söz ediyoruz) Ve önümüze konulan filmdeki “Captain Marvel” tam da söz ettiğim yetersizlikten dolayı bu beklentiyi karşılayamıyor.

Eğlenceli bir örnek daha vererek konuyu pekiştireyim. 1980lerde “Dynasty / Hanedan” dizisi, Dallas’ın karşısında aynı gün aynı saat rating çalmak için planlanan bir diziydi. Ancak hiçbir zaman Dallas’ı sollayıp birincilik tahtına oturamadı. Ta ki ilerleyen sezonlarda gerçekleştirilen bir sezon finaline kadar. O sezon finali tarihe geçti.

Kaç sezondur dizide rol alan oyuncuların artık çok para istemesi ve bitmek bilmeyen kaprisleri Yaratıcı Yapımcı Ester Shapiro’yu iyice köşeye sıkıştırmıştı. İmdadına, senarist kocası Richard Shapiro yetişti. Senarist Richard, kilisedeki düğünde herkesi makineli tüfekle tarayacak ve sonra ekranı siyaha düşürerek sezon finali yapacaktı. Seyirci yaz tatili boyunca kimin ölüp kimin hayatta kaldığıyla ilgili büyük bir meraka düşerek gelecek sezonu bekleyecek, yapımcı da bu arada sözleşmesini beğenmediği karakteri öldürüp, beğendiği karakteri yaşatmaya devam etme kararını vermek için 3 aylık sezon tatili süresini kazanacaktı. Bu absürd fikirli sezon finali bölümü Dynasty’nin Dallas’ı bile geçerek en çok seyredilen bölümü oldu. 🙂 Çekimler esnasında diziden kovulmak istemeyen yıldız oyuncular üzerlerine çok fazla kan bulaştıran ekip çalışanlarını “beni öldürmek mi istiyorsun sen” diye fırçaladılar ve bu utanç verici komik hatıralar sektörde yıllarca gülünerek anlatıldı. Bu formül öyle tutuldu ki yıllarca bizim yerli dizilerin sezon finalleri bile düğünde toplu katliam sahneleriyle bitti. Eminim örnekleri hatırlarsınız.

İşte “Avengers Infinity War”ın da dönüp dolaşıp baş vurduğu bu formül henüz çok çaylak yeni seyircileri de tavlayarak en çok izlenen Marvel filmini bizlere armağan etti. Ama riskiyle birlikte tabi. Çünkü yaratıcılar, “Avengers Endgame”de işin sonunu bağlayamazlarsa seriye tatminsiz bir veda etme olasılığımız da çok yüksek. İşte “Captain Marvel”da oluşan tatminsizlik duygusu bu yüzden önemli. Bakalım ne olacak, mayısı heyecanla bekliyoruz.

Diğer detaylara gelirsek; kendi adıma uzay boşluğunda geçen aksiyon kovalamacaları apayrı bir türdür ve 70lerden beri beni çok tatmin etmez. Kilyos Plajı, Ürgüp Peri Bacaları ve Aspendos gibi mekanların gezegen seti olarak kullanılması fikrini de ancak 60larda ve 70lerde ikna oluyordum. Şimdi sarmıyor. O yüzden ben filmde en çok şehirde, otoyolda ve trende geçen aksiyon sekansını sevip tatmin oldum. 

Captain Marvel’ın düşmanlarını da hayli hafif buldum, filmin ışık hızından hızlı meselesi de bana Mustafa Sandal’ın şu şarkısını hatırlattı:

Seni yakalamak için ışık hızında bakıyorum

Gözlerini kaçırma, karşında buradayım

Daha iyi tanımak için dudağını okuyorum

Sakın sözünü bitirme, büyü bozulmasın

İkimizden biri yalan söylüyor

Hangimiz haklı önemli değil… vs. vs. vs.

Neyse ki Pınar Toprak’ın film için yaptığı muhteşem temalar filmin en iyi yanlarından biri, kendisini kutluyoruz. 

Filmde adı geçen Hala Gezegeni, babamızın kız kardeşinden farklı bir anlama geliyor ama sizler filme halalarınızla gidebilirsiniz tabi. Film halen vizyonda. Herkese iyi seyirler.

Yiğit Güralp

https://twitter.com/YigitGuralp
https://instagram.com/yigitguralp

 

Joker’in Yeni Fragmanı Üzerine Yiğit Güralp Yazdı: ”Kötüleri yeterince anlamadık mı?”

“Joker” filminin yeni fragmanı, seyirciden büyük övgüler alırken Yiğit Güralp “Karanlığa Övgü” üzerine mutlaka okumanız gereken düşündürücü bir yazı paylaştı:

2019 son çeyreğinde vizyona girecek Joker filminin yeni fragmanı hafta içinde tüm dünyada yayınlandı. Batman evreninin en karanlık yüzü Joker’e hayat veren Joaquin Phoneix’in kariyerinin en büyük performansına imza attığı söylenen fragman çok beğenildi ve büyük övgüler aldı.

Büyük çoğunluk bu filmin; Nolan’ın “Batman Dark Kngiht” efsanesini bile sollayabileceğine inanırken Yiğit Güralp tartışmalara çok farklı bir noktadan bakmamız gerektiğinin altını çizen önemli bir yazı paylaştı.

Aslen aylar önce Masa Dergi’de yayınlanan bu yazıyı Joker’in fragmanının aldığı övgüler üzerine sosyal medya hesaplarından yeniden paylaşma ihtiyacı duyan Güralp, “kötülüğe ve karanlığa övgü” meselesini yeniden gözden geçireceğimiz, üzerinde düşünmeye değer farklı bir bakış açısı sunuyor.

Kendi izniyle bu önemli yazıyı biz de Neİzledik okurları için paylaşıyoruz.

KÖTÜLERİ YETERİNCE ANLAMADIK MI?

Bu ay kaleme aldığım konuyu kulağıma Barış abi fısıldadı:

“Yaz dostum!” dedi, “Bir dünya ki haklı haksız karışmış…”

Çocukluğumda her cumartesi sabahı annemle Bakırköy 74 Sinemasına giderdik. Elimizde bir bankanın verdiği kartondan bilet. Üzerinde Tom ve Jerry fotoğrafı. Beyaz perdede tam iki saat boyunca peş peşe yayımlanan maceralar.

Bilirsiniz. Bu kedi fare oyununda karakterler şöyledir: Minicik olduğu halde aklını kullanarak zeki manevralar yapabilen sevimli bir fare. Ve üstün göründüğü halde hem hırsı tarafından esir alındığından, hem de bir miktarın üzerinde aptal olduğundan, ördüğü çoraplar hep kendi başına geçen bir kedi.

Tom ve Jerry’i izlerken yıllarca farenin mağdur olduğunu, kedinin haksız olduğunu düşünerek izledim. Haklı olan farenin haksız olan kediyi madara etmesini hayli eğlenerek ve “oh olsun” diyerek seyrettim. Fakat ilerleyen yıllarda bunun tam aksini düşünen insanlar tanımaya başladım. Onlara göre aslen kedi mağdurdu ve “ah o küçük sinsi fare yok muydu, işte her şey onun başının altından çıkıyordu.”

Bu insanları tanımaya başladığımda dünyanın hiç de sandığım gibi bir yer olmadığını anlamalıydım. Keza zaman geçtikçe daha fazlasını tanıdım. Ve bu şekilde düşünenlerin sayısının hiç de az olmadığını görmeye başladım. Üstelik bu insanların önemli bir bölümünün başıma gelen fena hadiselerde kazık atan, sözünden cayan ya da beni yüz üstü bırakan tarafta olduklarını görmem de fazla gecikmedi.

Aynı günlerde nasıl olduysa oldu, pek çok iyi, dürüst, düzgün insan gibi kendimize rol model olarak aldığımız uzaylı Süpermen de fare Jerry ile aynı kaderi paylaşarak kötülenmeye ve itilip kakılmaya başladı. Süpermen’e burun kıvıranların gerekçeleri hayli çoktu. Bir defa Süpermen iyi ve namuslu bir çocuk olduğu gibi fazla da güçlüydü, bu kadar güce sahip olmasını tehlikeli bulanlar bile vardı, zaten pek de yenilmiyordu, hep yendiği için “ya bunun da maceraları hiç keyif vermiyor” diyorlardı. Kriptonit dışında fazla bir zaafı da yoktu. En can sıkıcı olanı da “hiç karanlık yanının olmayışı” diyorlardı. Bu da onu sıkıcı, tek düze yapmaya yetiyordu. Üstelik onlara göre; sinir bozucu bir biçimde hep doğruları söylüyor, hatadan kaçınıyor, doğru olanı yapıyordu.

Acaba bu kadar çok güç mü fazlaydı yoksa bu kadar çok erdem mi fazlaydı?

Çoğunluk haline gelmiş bu kitleye göre Batman daha çekici bir karakterdi, çünkü karanlık yanları da vardı. Hele bir Joker vardı ki, ona müthiş bir saygı duyuyor, adeta tapıyorlardı.

Karanlık tarafa geçen karakterin mutlaka haklı nedenleri vardı. Hiç kimse bir günde şerefsiz kere şerefsiz olmuyordu. Nasıl olmuşsa olmuş, Star Wars serisinde Darth Wader karizmatik bir lider olarak fenomene dönüşmüş, öte yanda aydınlık için çabalayan Luke, Han ve cümle Jedi’ın pabucu dama atılma noktasına gelmişti.

Bu kitleye göre, karakterlere “kötü deyip geçmemek ve onları anlamak” gerekiyordu.

YETMEZ AMA EVET

Artık haksıza haksız, kötüye kötü diyemez hale geldiğimiz gibi, kötünün yapacağı kötülükleri ön görüp, insanları uyarmak istediğimizde “niyet okumakla” suçlanıyorduk. Haksızlığın ve kötülüğün önü adım adım ve büyük bir ustalıkla açılıyordu.

Haksız oldukları halde haklıymış gibi görünme işinde uzmanlaşan kötüler arada bir iyiliğe yeltenir gibi de yapıyorlardı. Bu iyi niyetin yetmeyeceği ama yine de buna evet denmesi gerektiği söyleniyordu.

Herkes karanlığa giden yolu anlamak gerektiğini savunurken, cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla örülü olduğu öğretisi önemini yitirmişti.

Elbette insan insanı anlamalı. İyiyi de anlamalı, kötüyü de anlamalı.

Fakat kötülüğün, karanlığın, çok satan olduğu, trend olduğu bu dünyada, yani gelip dayandığımız şu noktada şu soruyu sormadan edemiyorum:

“Kötüleri yeterince anlamadık mı?”

İyi insanlar bir parça olsun anlaşılmaya muhtaç kalırken, kötü olanı anlamak, artık aynı zamanda ticarileşti ve bir çeşit “karanlığa övgüye” dönüşmedi mi?

Çok karizmatik bulunan Pablo Escobar ile, Joker ile, Deadpool ile, Dart Vader ile sizi ya da sevdiklerinizi beş dakika baş başa bıraksak yine onları karizmatik bulmaya devam eder miydiniz acaba?

Terörün ve şiddetin pençesinde can çekişen bir dünyada hem katliamlardan şikayetçi olup, “yeter artık” deyip hem de daha karanlık karakterleri ve hikayeleri talep ediyor oluşumuz tutarsız değil mi?

Hayatta atarlı olmadan evvel tutarlı olmak gerekmiyor mu?

İNSAN KATLETMENİN HAKLI VE KARİZMATİK BİR GEREKEÇESİ OLABİLİR Mİ?

Türk Tiyatrosunun ve öykücülüğümüzün dev isimlerinden Haldun Taner usta 1970’lerde dönemin gazetelerinden birinde yazdığı köşesinde benzer bir konuyu kaleme alıyor ve televizyonda büyük bir ilgi ile izlenen Komiser Kolombo ve benzeri dizilerde işlenen cinayetlere dikkat çekiyor.

Taner’e göre seyirci ne kurban ile ne de bir insanın hunharca katledilmesiyle yani aslen kan dondurması gereken cinayet eylemi ile ilgili bir empati kurmuyor. Cinayet sıradanlaşıyor ve gayet eğlenceli bulunan bir bulmaca oyununun gayet sıradan bir başlatıcısı rolünü üstleniyor. Cinayet ne denli incelikle işlenirse, onu çözerken alınan zevk git gide artıyor. Hikayenin daha çok zevk vermesi için daha psikopatça cinayetler kurgulanıyor. Çünkü insanın bu konudaki
açlığı tükenmiyor ve daima daha fazlasını istiyor.

Edebiyattan sonra sinema ve televizyonda da popüler hale gelen bu tür için Haldun usta 40 yıl önce bizi her zamanki centilmen tavrıyla, nezaketle uyarmış. O günlerden bu günlere git gide kendisini, cinayetlerini ve psikopatlarını yenileyip geliştiren bu tür; kendisine çoktan yeni kahramanlar yarattı. Üstelik bu kahramanlar artık dedektif ya da polis de değil. Psikopatın bizzat kendisi. Dexter’in itinayla kesip biçtiği kurbanlar, Hannibal’ın afiyetle çiğneye çiğneye
mideye indirdiği insanlar zevkle izlenen sıradan hadiseler haline geldi.

Kendilerine, “anti kahraman” başlığıyla kerameti kendinden menkul bir de kategori açılan bu antin kuntin kahramanların insanlık dışı yaramazlıklarını mazur görmemiz için onlara çeşitli haklılıklar da verilir. “Adam insan yiyor ama kendini bir de onun yerine koy, şimdi sen olsan yemez misin arkadaş” gibisinden bir de tatlı meltem estirildi.

Sanki yamyamlığın, hunharlığın, vahşetin haklı bir gerekçesi olabilirmiş gibi!

“EMPATİ” HAK VERMEK MİDİR YOKSA ANLAMAK MI?

Hiç kuşku yok ki, suçu, suçun gerekçelerini anlamak, kavramak, empati kurmak zorundayız.

90larda seminerleriyle pek çok konuda aydınlandığım Zuhal ve Acar Baltaş empati konusunda harikulade bir örnek verir ve çok önemli bir nüansın altını çizerdi:

Yere bir 6 rakamı çizin. Siz rakamın altında durursanız buna “6” diyeceksiniz.
Ancak tam karşınıza başka bir insan dikildiğinde o buna “9” diyecektir.

Şimdi burada kim haklı?

Bu problemi oturduğunuz yerden çözemezsiniz. Hareket etmeniz gerekiyor. Bulunduğunuz yerden, karşı tarafın yanına geçmeli bir de oradan bakmalısınız.

Bakarken asla “haklısın” dememeliyiz. Çünkü ona “haklısın” demek, sizin taraftan bakıldığında “6”yı gördüğünüzü inkar etmeniz anlamına gelir. Söylemeniz gereken şudur: “Seni anlıyorum, buradan bakılınca gerçekten 9 gibi görünüyor, şimdi lütfen sen de benim tarafımdan bakar mısın? Niçin 6 dediğimi anlayacaksın”

İşte bu kadar basit. Birbirimizi anlayabiliriz ama hak vermek zorunda değiliz. Hele kötülüğe, suça ve gerekçelerine asla. Haksızlığa prim vermek dünyada “hakkın, adaletin” varlığının inkar edilmesiyle eş değerdir.

KATILMIYORUM DİYENLER İÇİN BİR NOT

Bir kısmınız size katılmıyorum diyecektir ama paylaştıklarım sadece bir görüş değil aynı zamanda evrensel ve bilimsel bir bilgi. Ve bilgi göreceli değildir. Kimileri bu yazıyı, elime kahve fincanımı alıp, bazı şeylere sırf uyuz oluyorum diye, tavana baka baka “hımmm bence böyle” diye yazdığımı düşünebilirler. Ancak yazdıklarım yüzlerce kitap ve bilimsel makaleden öğrendiğim somut bilgilerin süzülerek bir metine dönüştürülmesidir.

Keza birinci ve ikinci dünya savaşında insanın birbirine verebileceği zararların sınırlarının zorlanmış olması tüm dünyayı, “iyilik ve kötülük” kavramları üzerinde sil baştan düşünmeye sevk etti. Post Modernizmin başladığı bu çağlarda toplum bilimci sosyologlar ve kötülüğün genetik köklerini inceleyen psikoloji bilimiyle meşgul insanlar ve de ayrıca yüzyıllardır bu konular üzerinde düşünen felsefeciler yeni deneyler yaptılar, yeni bulgularını, yeni düşüncelerini kitaplar ve makalelerle paylaştılar. Ortaya çıkan net sonuç şöyle: Post Modernizm ile birlikte ileri kapitalizmin de yükselişe geçtiği bu aynı dönemde, dünya maalesef kötülüğü ve iyiliğin pozisyonlarını yeniden konumlandırırken, kötülüğü daha karizmatik, daha cazip, özenilir ve bir hayli de ticari yani çok satan konuma taşıdılar.

İçerik seçiminiz ve övgüleriniz toplamda kendimizin de şikayetçi olduğu ama farkında olmadan müşterisi ve onaylayıcısı olduğunuz bir dünya yaratıyor. Dilerim bu psikopatlarla siz ya da sevdikleriniz bir gün bir yerde karşılaşmazsınız. Ve şiddete maruz kaldığınızda o şiddetin hayranlarından biri olduğunuzu unutmazsınız.

Tüm bunlar kafanızı mı karıştırdı? Lütfen ne düşündüğünüzü bana yazın.

Çünkü “Yaz dostum” dedi Barış abi;
Barış söyler kendi bir ders alır mı?
Yaz dostum
Su üstüne yazı yazsan kalır mı?
Yaz dostum
Bir dünya ki haklı haksız karışmış.
Yaz dostum
Boşa koysam dolmaz, dolusu alır mı?

Yiğit Güralp
https://twitter.com/YigitGuralp
https://instagram.com/yigitguralp

Yiğit Güralp Susam Sokağı’nı Anlattı!

Susam Sokağı bugün tam 50 yaşında.

Ben de bugüne özel bir belgeselden söz etmek istedim size. Bu bir kuklacının hikayesi. Kevin Clash 1960’da Baltimore’da; arka bahçesinde asılı çamaşırların arasından yeşillik ve viyadük gören, kahverengi tuğladan müstakil evlerin birinde doğuyor. Hani şu Dünyalar Savaşı’nda vinç operatörü Tom Cruise’un evi var ya işte tam öyle bir ev 😉

1969’da efsane kuklacı Jim Henson ve arkadaşları amatör sayılacak bir kanalda Susam Sokağı’na başlıyorlar. Kevin henüz bir çocuk. Hepimiz gibi o da Susam Sokağı’ndan büyüleniyor. Ama o biraz daha fazla çünkü adeta her gün TV’ye yapışıyor ve kuklaların nasıl oynatıldığını çözmeye çalışıyor. Bu işe o kadar kafayı takıyor ki, babasının paltosunun peluşundan annesinin dikiş makinasında gizlice bir kukla dikiyor. Azar işiteceğini düşünürken annesi ve babası “bir dahaki sefere izin al” diyorlar ve oğullarındaki yeteneği hayranlıkla kabullenip ona destek olmaya başlıyorlar. Ahmet Beyin Ceketi şarkısındaki gibi herkes onunla “bebeklerle oynuyor” diye dalga geçedursun o dikiş makinesinde diktiği yeni kuklalarını bir de yapağı ile kaplamayı öğreniyor, kaplatır ya😉

Bir öğle kuşağında Minik Kuş’un tasarımcısı Kermit Love’ı görünce “bu adamla tanışmam gerek” diyor. Anne tereddüt etmeden Kermit’in telefonuna ulaşıyor ve mütevazı aile bütçelerinden feragat edip oğullarını Kermit Love ile tanışmaya büyük şehre gönderiyorlar. Kevin en çok “dikişlerin nasıl olup da görünmediğini” merak ediyor. Kermit Usta ona sihirli Jim Henson dikişini öğretiyor. Kevin çekmeceler dolusu göz, burun, peruk, gözlükle dolu bu atölyede kendini harikalar diyarında gibi hissediyor.

1976’da Henson kuklalarını Muppets Show ile Prime Time’a taşıyor. Kevin da takıma dahil oluyor, önce bir geçit töreninde Kurabiye Canavarı’na hayat veriyor. Sonra diğer ünlü karakterler derken kıyıda köşede kalmış bir kukla olan Elmo’ya “anne ve babasının kendisine sarılışından ve sevgisinden” ilham alarak yepyeni bir karakter yüklüyor ve Elmo kukla dünyasının süper starı oluyor.

Jim Henson 1990’da henüz 53 yaşındayken hayata veda etti. Ama büyülediği çocuk Kevin Clash şu an yapımcı ve yönetici olarak bu Susam Sokağı mirasının başında ve müthiş bir geleneğe liderlik ediyor. Bu güzel belgeseli şurada izleyebilirsiniz👉🏻 @netflixturkiye

Twitter: twitter.com/yigitguralp

Instagram: instagram.com/yigitguralp/

Yiğit Güralp’in Kaleminden: “Velvet Buzzsaw” Film İncelemesi

“TATLIM, GÜZEL PROJE AMA…”

Televizyon yöneticileri ve kendilerinin beyaz yakalı ekipleri arasında yaygın bir davranış biçimi vardır. Bir projeye bakarlar ve projenin yaratıcısına genelde şöyle şeyler söylerler:

“Bu çok güzel ama bu haliyle seyredilmez, sen şimdi git, bunun içine biraz ihanet, biraz entrika, biraz zart, biraz zurt, azcık da suyundan koy öyle getir” deyip seni salarlar.

Eğer karşılarında da “öyle şey olur mu hiç” diyen biri değil de “amaan ekmeğimize, paramıza bakalım” diyen bir yazar varsa bu denilenleri harfiyen yapar (sonra da parasını alabilir inşallah:)) ve ortaya o üç saat oturup izlediğiniz osuruk soap opera tv dizileri çıkar.

Velvet Buzzsaw’ı kendimi taktir edecek müthiş bir sabırla izleyip bitirdiğimde aklıma gelen ilk şey bu oldu.

Sanki yazar ve yönetmen Dan Gilroy, modern sanat dünyasına giydirmelerle dolu psikolojik alt metni bol bir film yazmış, Netflix de okuyunca şöyle demiş:

“Tatlım bu böyle çok hoş olmuş ama bizim denek gruplarımız, izleyici profilimiz falan, bak şurada hep print aldık, böyle böyle kalın kalın klasörledik istatistikledik, hepsini babamızın oğlu gibi iyi tanıyoruz, şimdi senin bu hikayen de zekice işlenmiş ama çok bohem kalır, bu mallar izlemez bunu, ama biraz böyle gizemli yapsak, fantastik bir aks eklesen, hani Ghostbusters 2’de sanat müzesinde bir tablo vardır, tablo herkesi izler, herkesi hipnoz eder, değiştirir ya, tam öyle değil de anladın sen, böyle gizemli cinayetler felan, ne dersin, daha iyi olmaz mı, sen bunu bir düşün?”

Yani Dan Gilroy’a adeta böyle söylenmiş, Gilroy da; “hulk bunu istiyorsa paramı alayım da, amaaan bana ne” diye sanki filmi mecburen bu hale getirmiş.

Benim aklıma bu filmi izah eden başka bir mazeret gelmedi. Çünkü biraz dramaturji, biraz film bilen kimse böyle bir iş ortaya çıkaramaz.

SEVGİLİ NETFLIX YÖNETCİLERİ, PARTY NASIL GİDİYOR?

Yeni Netflix filmlerini her cuma izliyorum. Çünkü bana 80’lerde video dükkanından film kiraladığımız yılları anımsatıyor. Tüm mahalle videocu dükkanına yeni düşen, en çok kiralanan o filmleri konuşurdu. Herkes adını yazdırır sırasını bekler, kimisi sıra beklemeye sabredemediğinden, kiminin de video oynatıcısı olmadığından gidip arkadaşında izlerdi.

Ama o dönem biz “Elm Sokağı Kabusu”nu kiralayıp izler iki hafta hayranlık ve şaşkınlık içinde konuşurduk. “Gremlinler” videoya ilk düştüğünde aklımızı oynatmıştık. “Evil Dead”, “Top Secret”, “Blood Sport” muhabbetlerimiz ne kadar eğlenceliydi. İşte Netflix’de artık hemen her hafta bir yenisi yayınlanan filmlerin herkes tarafından konuşuluyor olması bana o yılları anımsatıyor.

Ve şimdi ben de bir Netflix filmi öveyim istiyorum ama her hafta kendimi filmin neden tatsız tutsuz olduğunu anlatırken buluyorum. Acaba Netflix yöneticileri bunun farkında mı, yoksa “herkes bizi konuşuyor” diyerek ofisteki çılgın happy hour partilerinde zafer sarhoşluğu mu yaşıyorlar (genelde ikincisi olur) diye kendime soruyorum?

KATİL ZİYA PAŞA YA DA ŞİNASİ OLABİLİR?

Film keşke “Şeytan Prada Giyer” gibi moda dünyasını, “Boogie Nights” gibi porno film evrenini anlatan bir film olmanın üzerine yoğunlaşmakla yetinseydi. Çünkü modern sanat evreni, filmciler tarafından anlatılmaya muhtaç, ilginç, vahşi ve sıkı bir evren.

Film yer yer bu dünya ile dalgasını geçiyor gibi görünse de derdinin bu olduğuna ikna olmak güç.

Filmden; eksperler, küratörler, eleştirmenlerin kibirli ve vahşi dünyasında can çekişen sanat eserlerinin intikamı gibi bir metafor da çıkmıyor, çünkü metafor dediğimiz olgu böyle kör parmak göze biçimde yapılınca metafor olmaktan çıkar.

Filmin geneline ve özellikle de küredeki ölüm sonrası galeride yaşananlara bakınca, bu anlatıdan çıksa çıksa modern sanata çamur atan şöyle bir sonuç çıkabilir mi diye de düşünmedim değil:

“Böyle ortaya karışık, saçma sapan bir film yaptım çünkü modern sanat tabloları ve enstalasyonların da böyle karışık ve saçma sapan olduğunu düşünüyorum. Bu filmimi de mesela Yiğit gibi kendini entelektüel ve zeki sanan ukalalar, zaman ayırıp eni konu inceleyecek, insanlar tartışacak, bu saçmalığa bir anlam biçmeye çalışacaklar, Netlix bunu benden dünya paraya satın alacak, insanlar da abone olup paralar verip izleyecek, tam da modern sanat zırvalıkları, onların alıcıları, galeriler ve eleştirmenler gibi”

İlginç bir mesaj olabilir değil mi? 🙂 Ama bu mesajı verme amacında olduğunu da sanmıyorum çünkü filmin sokak satıcısı finali bize “yani şimdi bu film iki saatin sonunda sanat toplum içindir mi diyor? Katil ya Ziya Paşa ya Şinasi ya da Namık Kemal o zaman ayol” dedirterek kocaman bir kahkaha attırdığı için eleştirinin bu olduğu da şüpheli.

YILDIZ KADRODAN, ÇUVALDIZ FİLM

Film Netflix’le BKM Mutfak oyuncusu misali bir sözleşme yaptığı aşikar olan John Malkovich’den Rene Russo ve Jake Gyllenhaal’a kadar yıldız bir oyuncu kadrosuyla karşımıza çıkıyor. Ancak bu film için; TV ve sinema sektörünün proje sahiplerine ilk sorusu olan “kimler oynayacak?” sorusunun, “kimler oynarsa oynasın içerik problemliyse kimin oynadığının bir önemi yok” gerçeğiyle çarpıştığı bir film demek de çok yerinde olur.

Filmden geriye aklımda kalan fondaki kimi şehir görüntülerinin yeşilde çekilip sonradan bindirildiği bunun da son derece amatörce yapıldığı bir işçilik kalıyor. 21M $ bütçe casta gitmiş anlaşılan. Sanat yönetimi iyi ama modern sanat dünyasını anlatıyorsan o kadarcık da olsun zaten.

Herkese iyi seyirler.

Yiğit Güralp

Twitter adresi: twitter.com/YigitGuralp

Internet adresi: instagram.com/YigitGuralp/

Yiğit Güralp’in Kaleminden: Creed 2 Film İncelemesi

Sevgili Cem abiyle sohbetlerimizden birinde, dönemin gişe rekortmeni G.O.R.A.’nın o yıllarda ne çok yerden yere vurulduğunu ama üzerinden yıllar geçtikçe filmin herkesçe sevilen bir fenomen olduğundan söz etmiştik. Öyle ki bugün tüm ülke G.O.R.A.’nın repliklerini ezbere biliyor ve Cem Yılmaz’ın en iyi filmlerinden biri olduğunu söylüyor. Bunu yaparken de onun yeni filmlerini yerden yere vuruyorlar 🙂

“Rocky” serisinin bazı filmleri için de durum tam olarak böyledir.

1976 yapımı ilk “Rocky” filmi Akademi Ödüllerine tam 10 dalda aday olmuştu. 43 yıl boyunca sürecek uzun bir serinin başlangıcı olduğundan kimsenin haberi olmayan bu ilk film; En İyi Film, En İyi Kurgu, En İyi Aktör dallarında üç Oscar kazanarak otoritelerce övülürken serinin özellikle 80’li yıllardaki devam filmleri aynı otoritelerce yerden yere vuruldu ve avam olarak nitelendirildi.

Soğuk savaş propogandasının ayyuka çıktığı “Rocky IV” ise bu anlamda dayağı en çok yiyen film oldu.

Oysa avam bulunan “Rocky IV”; müzik ve montaj sekans kullanımında serinin önceki filmlerinden devraldığı şablonun limitlerini aşarak en ihtişamlı, seyirciyi en çok gaza getiren “Rocky” filmi olmuştu. Ve zaman içinde bu anlamda büyük bir saygı gördü.

Stallone’un antrenman ve maç sahnelerinin kurgusu ve müzik kullanımı konusunda bir meselesi olduğu ve bu konuya hayli kafa yorduğu ortada.

Sinema çevrelerinde ise en yanlış konuşulan, en karmaşık konu “kurgu konusundaki başarının temelde kime ait olduğu” konusudur. Kurgu; kağıt üzerinde daha en başta stilize biçimde senarist tarafından mı tasarlanmıştır, yönetmenin yapım tasarımcısı ile birlikte story board aşamasında rejisini planlarken kurduğu bir tasarım mıdır, yoksa her şey sona erdikten sonra başlı başına masa başındaki editörün hüneri midir, veya bunların üçünün ya da ikisinin uyumlu ve kolektif bilincinden süzülen bir sonuç mudur? En iyi kurgu ödülleri, editörlere verilirken benim en merak ettiğim konu ödülün hangi kıstaslara göre verildiği ve bu başarının muhatabının tek başına editöre ait olup olmadığıdır. Ödül alan kişiler filmin anlatımına yorum ve dokunuşlarıyla etki eden hünerli editörler midir, yoksa senaryoyu ve yönetmenin rejisini peş peşe dizen sıradan montajcılar mıdır?

“Rocky” filmlerinin başardığı en önemli unsur olan kurgu hüneri ya da bir diğer deyişle “montaj sekanslar”ın DNA’sı  bu yüzden incelenmeye muhtaç görünüyor. Az önce de söylediğim gibi kurguda müzik videosu estetiğinde bir hikaye anlatımı tıpkı çağdaşları Tony ve Ridley Scott kardeşler misali Stallone’un da uzun yıllar kafa yorduğu bir konuydu.

Senaryosunu yazdığı ilk “Rocky” filminde kamera arkasında yönetmen John Avildsen görünüyordu. Bu ilk filmde kurgunun Oscar’a layık görülmesinde Stallone’un payının büyük olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyoruz.

Stallone ikinci filmden itibaren yönetmenliği de devraldı ve devamında sinema tarihinin en büyük motivasyon efsanelerinden “Eye of The Tiger” gibi bir şarkı seriye dahil oldu.

“Rocky II”de ilk filmden farklı bir editör ile çalıştı. İlk filmdeki editörün “Rocky” benzeri bir çalışmasının ne 1976’dan önce ne de sonra olmaması dikkat çekiyor. Montaj sekansın ihtişamlı hale gelmeye başladığı “Rocky II”nin editörünün ise sonraki yıllarda benzeri işçilikler sergiliyor olması tutarlı görünüyor. Fakat Stallone’u bu da kesmemiş olacak ki “Rocky III” ve “IV”de istediği ölçüyü nihayet yepyeni iki editör ile tutturuyor. Bu isimlerin de kariyerlerinin devamında benzeri işlere imza attığını görünce resim tamamlanıyor.

Stallone’un en iyi futbol filmlerinden biri kabul edilen “Victory / Zafere Kaçış” filminde de oyunculuk dışında antrenman ve maç sahneleriyle ilgili de rejiye katkıları olduğunu biliyoruz. Ayrıca John Travolta’lı “Cumartesi Gecesi Ateşi” filminin devamı sayılabilecek “Staying A Live” filminin yönetmenliğini yapması da Stallone’nun müzik tutkusunun ve hikaye anlatımında baskın biçimde müziğe yer vermesinin büyük bir kanıtı.

Özetle “Rocky” efsanesini birer motivasyon serisi haline dönüştüren iki mimar vardı. Birisi aktörlüğü, senaristliği ve yönetmenliğiyle Slyvester Stallone diğeri de müziklere imza atan Bill Conti ve şarkılara imza atan Survivor grubu.  

Yani Stallone, “Rocky IV”de nihayet arzuladığı etkiyi yaratabilmiş, uzun yıllar planladığı hikaye anlatım biçiminin meyvesini alabilmiş, bu konuda rüştünü ispat ederek başarılı olmuştu.

Ancak dördüncü filmden sonraki yıllarda Stallone’u hep “ilk Rocky mi daha saygın, diğerleri mi?” konusunda bocalarken gördük. Ve kariyerinin devamında tercihini ilk Rocky’den yana kullandı.

Beşinci filmde yönetmenliği yeniden ilk filmin yönetmenine teslim ederek hayatının hatasını yaptı. Oysa o yönetmen ilk “Rocky”den sonra hiçbir filminde ses getirememiş, bunun üzerine bir bakıma “Rocky” serisinin yürüdüğü yoldan giderek “Karate Kid” serisini yönetmiş, bu seri boyunca da bir anlamda Stallone’un antrenman sahnelerine öykünerek dikiş tutturabilmişti.

Seyirci “Rocky V”in başarısızlığını sineye çekti. Karakter ve aktör yaşlandıkça serinin daha olgun filmlerle devam etmesi de hepimiz tarafından duygusallıkla birlikte taktir gördü.

Ama Drago’nun oğlu ile Creed’in oğlunun karşı karşıya geleceğini ilk duyduğu günden beri klasik Rocky seyircisi tek bir şey bekliyor: “Rocky IV”DEKİ İHTİŞAM!

Ve “Creed 2” bu ihtişamdan yoksun bir film olarak en başta klasik “Rocky” seyircisine ihanet ediyor.

Ertem Eğilmez son demlerinde oğlu ve sevgili ağabeyimiz Ferdi Eğilmez’e “Canım Kardeşim” filmiyle ilgili pişmanlığını dile getirmiş. Arzu Filmin çok sevilen tüm filmleri o dönem otoriteler tarafından avam olarak nitelendiriliyor ve saygı görmüyormuş. Eğilmez “sırf o otoritelere yaranmak için Canım Kardeşim’i yaptım, eğer bugünkü aklım olsa çocuğu filmin sonunda yine öldürürdüm ama en azından TV seyrettirir ve bu dünyaya öyle veda ettirirdim” demiş.

Stallone ve ekip, “Creed 2” ile otoritelere de yaranamadı, vefalı seyircisine de.

Filmi izlerken hep hikaye ayağa kalkacak diye bekliyorsunuz. Film; kontağı çalıştırıp motorun sesini her duyurduğunda, hikaye artık gazı kökleyip akıp gidecek zannediyorsunuz. Ancak kontak anahtarı her çalıştığında motor birkaç dakika içinde stop ediyor. Böylece “Creed 2”de şöyle uzun, şöyle paralel kurgulu, şöyle iyi, şöyle doya doya bir antrenman sahnesi bile izleyemiyorsunuz.

Filmin ağır akan dramatik akslarında da ortada Rocky ve Adrian Balboa ile mahalledeki dostları ve ailesi gibi ilginç bir dünya yok. Ne Adonis Creed ne de eşi efsaneyi devralacak karakterler değil. Bu yeni çiftin aşklarıyla, duygularıyla, varoluş kaygılarıyla empati kurmanız çok güç. Creed’in eşinin ve bebeğinin işitme problemi filmin hikayesiyle bütünleşemiyor. Oysa Creed’in suyun içinde antrenman yapması, eşinin ve bebeğinin dış dünyayı duyamamalarının ne denli zor olduğunu anlamak için seçtiği bir yöntem olarak kurgulansa, hikayenin içindeki hastalık öğesi, boksörün maça hazırlanış felsefesiyle örtüşecek ve bu bile tüyleri diken diken edecek anlara dönüşecek. Film bunu ve nice güzel olabilecek fikri, detayı ıskalıyor.

Yönetmen Drago ailesi ile ilgili çok etkili olabilecek sahneleri oyuncu yönetimindeki beceriksizliği sayesinde sıradan sahnelere dönüştürüyor. Senaryodaki iyi fikirler uygulamada sönük kalıyor. Ivan Drago’nun finalde maçı bitiren hareketi bile müthiş bir hareket olduğu halde, son derece sıradan, tuhaf, etkisiz bir açıdan, heyecansız ve ihtişamsız olarak çekilmiş.

 

Balboa’nın Drago ile yaptığı maçla ilgili söylediği “Drago o maçta içimde sonradan asla onarılamayacak her şeyi kırdı” sözü filmi sırtlayıp götürebilecek müthiş bir cümleyken filmin içinde bu cümleyle örtüşecek detaylar göremiyorsunuz.

Maç boyunca Bill Conti imzalı Rocky filminin müzikleri sanki günahmış gibi azar azar duyuluyor. Tam koltukta o melodileri duyup coşacakken, “bu bir Rocky filmi değil sakin ol” dercesine melodi sona eriyor ve siz de mecburen 30 yıl beklenen bu büyük maçı koltuğunuzda sakince izlemeye devam ediyorsunuz.

Altıncı filmde oğluyla ilişkilerini düzelten Rocky Balboa’nın son iki filmdir neden oğluyla görüşmediği, kanserken bile neden öz oğlunun yanında olmadığı, fena halde film icabı kokuyordu. Filmin sonunda bu mantık hatası nihayet giderilmiş. Rocky’nin torunuyla konuştuğu bir iki cümle filmin en iyi anı, çünkü içinde Adrian var. Ben filmi hep o anıyla hatırlayacağım.

Sizler de izleyin. Bakalım sizler hangi anlarıyla hatırlayacaksınız?

Yiğit Güralp

Twitter Adresi: https://twitter.com/yigitguralp

Instagram Adresi: https://www.instagram.com/yigitguralp/?hl=tr

error: Korunan İçerik!