Hakan Bonomo: İlk ve Son Benim Günlüğüm
- Hayranı olduğumuz hikayelerin yaratıcısı olarak sizi daha yakından tanımak isteriz. Peki, sizi çok iyi tanıyan birine sorsak Hakan Bonomo’yu bize nasıl anlatırdı?
Öncelikle güzel sözleriniz için teşekkür ederim. İnsanın kendini tarafsız bir gözle anlatabilmesi oldukça güç. O yüzden sorunuzu kendimi bu aralar nasıl hissettiğim üzerinden yanıtlamak isterim. Geleceğe dair heyecan, tutku ve umut doluyum. Taze baba olmamın da bir etkisi belki bu, ama genel olarak da kendimi yeterli ve değerli hissettiğim bir dönemdeyim. Yaklaşık 10 yıldır ilk defa kesintisiz bir tatil yapıyorum şu aralar. Alışık olmadığım için de zihnim hemen yeni bir şey yazayım diye türlü çatışmalar üretiyor.
Her daim bir derdi, bir öfkesi, bolca kaygısı ve korkusu olan biriyim. Hepsini yazıya dökerek kontrol altına almaya ve iyileşmeye çalışıyorum. Ne kadar başarabiliyorum bilmiyorum ama özellikle son 4 yıldır görüyorum ki, benim gibi hisseden çok insan varmış. Onların yazdığım işleri seyredip, hikayeyle ya da karakterlerle kurdukları bağ, bana yalnız olmadığımı hissettiriyor ve beni daha korkusuzca yazmaya teşvik ediyor.
- Sabancı Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu olduğunuzu öğrendik. Öğrenciyken seçmeli derslerinizi sinemayla ilgili almışsınız fakat mezun olduktan sonra önce alanınızla ilgili bir arayış içine girmişsiniz. Bu arayış sürecine son veren sizinle tanışmamıza vesile olan şey neydi?
Kendimi iyi ifade edebildiğim ve güvende hissettiğim alan orta okuldan beri hep yazmak oldu. Günlükler, öyküler, çok kötü şiir girişimleri, kısa film, dizi ya da film senaryo denemeleri… Bunda çocukluktan beri sinemaya olan tutkum da büyük etken tabii. Günde en az 3 film izlediğim sosyallikten hayli uzak, uzun bir dönemim var. O dönem filmlere erişim bu kadar kolay değildi ama şansıma Sabancı Üniversitesi kütüphanesi ve arşivi en zengin üniversitelerden biridir. Tatlı tatlı Hollywood filmleri izlerken, bir gün Rossellini’nin 1948 yapımı ‘Almanya, Sıfır Yılı’ filmini izletmişti bir hocamız. Dayak yemiş gibi olmuştuk. Özellikle finalinin etkisinden 1 hafta çıkamamıştım. Sonra kütüphane arşivine daldım. Fellini, Kubrick, Antonioni, Abbas Kiyarüstemi, Metin Erksan gibi yönetmenlerin filmlerini izleyince de ‘sinema böyle bir şey miymiş ya’ dedim. Üzerimdeki etkisini iyice anlamış oldum.
Ancak mezun olduktan sonra önce ‘takım elbise dünyası’na yöneldim. Türlü işlere girip çıktım. İnşaat sektöründe müşteri temsilciliği de yaptım, satış sorumlusu olarak sahada da çalıştım, sağlık sektöründe ürün uzmanlığı yapıp sürmeyi asla beceremediğim düz vites bir arabayla Türkiye’yi de dolaştım. Bana insan ilişkileri ve sabretmek adına çok şey katsalar da ben mutsuzdum. Ne yaptığım işleri seviyordum, ne de zerre kadar o işlerden anlıyordum. En önemlisi kendimi hiçbir şekilde o dünyaya ait hissetmiyordum.
Neyse ki o dönem de yazmayı hiç bırakmadım. Birilerine okutabileceğim, en azından dilimin anlaşılabileceği çok yazım vardı. Kanal D, o zamanlar dijital yayın yapmak üzerine NetD isimli yeni bir platform kurmuştu. Yazdıklarımı gönderdim, onlar için uygun olabilecek birkaç format ve program önerdim. Bazı pilot bölümler yazdım ve işe alındım. Küçük bir ekiptik ve birlikte 1 yıl boyunca içerik ürettik. Nasıl başarılı olduysak, NetD bir yılın sonunda sadece müzik platformu olarak yola devam etme kararı aldı 🙂 Aynı dönem Gökhan Horzum’un tretmancı aradığını öğrendim. Ona da yazdıklarımı gönderdim. Sonra tanıştık ve benim için şahane bir okul süreci başlamış oldu.
- Kiraz Mevsimi, Adı Mutluluk, Aşk Laftan Anlamaz, Seviyor Sevmiyor gibi döneminin çok sevilen ve konuşulan romantik komedi dizilerinde imzanız bulunuyor. Günümüz romantik komedilerine baktığımızda artık pek de eskisi gibi etki bırakamadıklarını görüyoruz. Sizce bunun sebebi ne olabilir? İşin sırrı doğru hikayeyi doğru zamanda anlatmak mı? İyi bir romantik komedinin dinamikleri nasıl olmalıdır?
İyi bir dramanın dinamikleri nasıl olmalıysa, öyle olması gerektiğine inanıyorum. Sezon işi olarak kodlanan işlerden ayrı tutulmadan; yapımında da, senaryo ve rejisinde de aynı titizliğin korunduğu romantik komedilerin hem ülkemizde, hem yurtdışı pazarında nasıl başarı yakaladığı ortada. Kiralık Aşk, Aşk Yeniden, Sen Çal Kapımı… Kiraz Mevsimi bu kapıyı aralayan ilk dizi. Çok önemli bir türün farkındalığını yaratıp, seyircide de ciddi karşılığı olduğunu ispatladığı için, en özel işlerimden biri olarak anarım her zaman. Ayrıca Aksel’le (Bonfil) gözümüzü ilk açtığımız iştir. Sudan çıkmış balık gibiydik. 9 reyting alıp bunun ne anlama geldiğini bile bilmediğimiz zamanlardı. Toyduk, her bölüm bir dolu acemilikler yapıyorduk ve her gün epey öğretici dayaklar yiyorduk. Ama hiçbir zaman ‘nasılsa romantik komedi yazıyoruz’ diye düşünüp işimizi hafife almıyorduk.
Maalesef ana akım dizilerde romantik komedi ya da komediye karşı bakış açısı epey sorunlu. Kolaylıkla ‘yüzeysel’ etiketi yapıştırılıyor bu türdeki işlere. Bir dizi ne kadar asık suratlı ve ciddiyse, o kadar derin ve izlemeye değerdir gibi korkunç yanlış bir algı var. Sektörden bir arkadaşımla konuşurken, İlk ve Son’un romantik komedi öğeleri de taşıdığını söylediğimde fırça yemiştim mesela. ‘Sana İlk ve Son’u yedirmem’ diye. İyi niyetli bir iltifat ettiğinin farkındaydım, ama ben meseleye öyle bakmıyorum. Romantik komediye de, mizahın gücüne de çok kıymet veriyorum. Annie Hall da, When Harry Met Sally de, -biraz fularımızı gevşetirsek- Harold and Maude ve Groundhog Day de romantik komedidir ve hepsi ilişkiler üzerine muhteşem filmlerdir.
Ayrıca en karanlık hikâyeyi bile mizahı elden bırakmadan anlatabilirsiniz. Üstelik seyircinin de buna olan talebi ortada. Geçmiş ya da günümüz fark etmez, iyi reyting alan işlerin hepsinde çok sağlam bir mizah anlayışı var. Keşke sezona da bu türde ya da en azından komedinin dışarıda bırakılmadığı daha çok iş üretilse. Soruya dönersek de, dediğim gibi her işin dinamikleriyle aynı olmalı ama en çok dikkat edilmesi gereken unsurların; ‘senaryo, reji (ve ikisinin uyumu), müzik ve başrol çiftin kimyası olduğunu düşünüyorum.
- Söz’ün yayın hayatına girdiği dönem aynı konuyu içeren İsimsizler ve Savaşçı gibi iki güçlü rakibi vardı. Bir tarafta ise reytinglerde Çukur ile yarışıyordu ve bu savaştan galip çıkmıştı. Söz’ün birbirinden çok farklı karakterleri vardı ve biz her karakterin hikayesini izleyebiliyorduk. Böylesine başarılı ve güçlü bir anlatıyı sunabilmenin formülünü sorsak ne derdiniz?
Bu sorunun benim için iki cevabı var. Biri, tamamen ‘insan hikayesi’ anlatma kısmına odaklanmış olmamız. Sadece baş kahramanı değil, tüm karakterleri seyirciye güçlü bir duyguyla bağlayabilmek, hikayelerini ayrı ayrı seyirlik hale getirip merak ettirebilmek, Söz’ün en büyük başarısıydı bence. Uzun uzun sadece karakter konuşurduk. Bahsettiğim mizah anlayışının da en güzel örneklerinden biridir Söz. Vatanı koruyan Özel Kuvvet Askerlerinin hikayesinden daha ciddi ne olabilir dersiniz ama Söz’de tüm karakterlerin kendine has bir mizahı vardı. Gülmeyen, ağlamayan, hiç hata yapmayan, hiçbir korkusu olmayan askerler yerine; gülen, ağlayan, aşk acısı çeken, korkuları ve arızaları olan karakterler yazma yolunu seçtik. Böylece hepsi seyirciyedokundu, çünkü hepsi ‘insan’ oluverdi. Öyle gerçek bir dostluklarıvardı ki,seyirci de onlarla arkadaş olmak istedi. Yapımın, oyuncuların ve rejinin de ruhlarını koymasıyla tüm karakterler ayrı ayrı fenomene dönüştü.
Diğer cevap ise tabii ki Ethem Özışık. Böylesine başarılı ve güçlü bir anlatıyı sunabilmemizin en büyük kaynağıdır. Benim açımdan da bu işteki en büyük kazanım onunla çalışmış olmaktır. Birebir çalışınca yeteneğine ve karakterine daha da hayranlık duyacağınız biridir. Öğretmenlik yapmadan öğretir, abilik taslamadan abilik yapar. ‘Bir sahne nasıl daha kısa ve etkili yazılır’dan tutun, ‘senaryo toplantılarında nasıl bir tavır sergilemek gerekir’e kadar çok kıymetli şeyler öğrendim ondan. Hepsinden önemlisi de onunla ve Ercan’la (Uğur) birlikte hep eğlenerek çalıştık. Söz, Maraşlı, Yarım Kalan Aşklar, üçü de büyük heves ve keyifle çalışıp her daim gurur duyacağım işlerdir.
- Sen Yaşamaya Bak ve Sen Büyümeye Bak, Netflix’te yayınlanan ve büyük beğeni kazanan filmler. Bir röportajınızda sağlık sektöründe çalıştığınızı belirtmişsiniz. Hastanelerde zaman geçirirken şahit olduğunuz bir hikaye miydi Melisa ve Can’ın hikayesi? Şundan soruyorum. Aynı röportajda sağlık cihazı sattığınızı ama cihazdan anlamadığınızı söylemişsiniz. Bu bana biraz tanıdık geldi. Hikayelerinizde ve karakterlerinizde sizden, yaşadığınız ya da şahit olduğunuz olaylardan, tanıdığınız kişilerden parçaları ne kadar görüyoruz?
Bahsettiğiniz örnek İlk ve Son 5. bölümden. Barış’ın sattığı cihazı 2 yıl boyunca satmaya çalıştım ve tıpkı Barış gibi cihazı sadece açıp kapatabiliyordum. Bazen onu bile beceremiyordum. 5. bölümdeki sıkışıklığı iyi anlatan bir objeydi, o yüzden kullanmıştım. Ama evet; çocukluğum, ailem, öfkem, korkularım, kısacası üzerimde iyi-kötü izi olan her şey bir şekilde yazdıklarıma sızıyor.
Ancak ‘Sen Yaşamaya Bak’ hastanede çalışırken şahit olduğum bir olay değil, ‘ya böyle bir şey yaşasaydım’ fikriyle doğmuş bir hikayedir. Fikrin altında ölüm korkusu yatsa da senaryonun gidişatı bu korkuyu yumuşatma, gizleme ve hatta yok sayma üzerineydi. Senaryoyu 2015 senesinde yazmıştım. Film tam 6 yıl çekilmeyi bekledi. Yazdığım dönem, hayata da yazarlığa da fazla temiz bir pencereden bakıyordum. Şimdi aynı hikâyeyi yazsam, yine içindeki umudu korumaya çalışırdım ama eminim ki çok daha sert, rahatsız edici ve karanlıkyerleri zorlardım.
O zaman da film kesinlikle bu kadar izlenip sevilmezdi. Hatta yüksek ihtimalle senaryoyu satamazdım bile. Sanırım film, bu nahif tavrı ve dili sayesinde, hastalık üzerine olan benzer yapıdaki filmlerden ayrılmayı başardı. Mesele çok ciddiydi ama bu şekilde anlatılması yeniydi. Eşim Didem’in de filmin hikayesine büyük katkısı vardır. İkimiz için de ilk göz ağrısıdır Sen Yaşamaya Bak. Ayrıca bize -filmin her açıdan gizli kahramanı olan- Arman (Güvenç) gibi birini kazandırmıştır.
- İlk ve Son, çarpıcı bir iş oldu. İlk sezondan sahneler ve editler sosyal medyada sık sık viral oluyor. Özge Özpirinçci ve Salih Bademci’nin harikalar yarattığını tekrar tekrar söylemek istiyorum. İlk ve Son’la ilgili neler söylemek istersiniz? Açıkçası nasıl ortaya çıktığını ve hayata nasıl geçtiğini merak ediyoruz. Ve peşi sıra soruyorum. Deniz ve Barış’ı yazarken aklınızda bu iki isim var mıydı? Sanki onlar için yazılmış gibi gelmişti izlerken bana. Deniz ve Barış’ın sancılı ilişkisini anlatma arzusu nereden geldi? Bu kadar ses getirmesini bekliyor muydunuz?
“İlk ve Son” sadece kariyerimi değil, hayatımı da değiştiren iştir. Benim için birçok anlamda dönüm noktasıdır. Pandeminin başlarıydı ve dünyayla paralel şekilde çok kötü bir dönem geçiriyordum. Bir akşam, daha önce yazarken hiç yapmadığım bir şeyi yaparak, ‘bunu okuyan benimle ilgili ne düşünür’ diye düşünmeden bütün korkularımı ve öfkemi, filtresiz bir şekilde yazmaya karar verdim. Ve bunun bana ne kadar iyi geldiğini iliklerime kadar hissettim. Deniz ve Barış diye bir çift yarın boşanacaklardı ve 5 yaşındaki çocukları Can, babasının kolilere koyduğu eşyalarını eve geri yerleştiriyordu. Bir noktada bu çiftin nasıl tanıştığını ben de merak eder hale gelince, aslında şimdi izlediğiniz format kendiliğinden ortaya çıkmış oldu.
Hayatımda hiç bu kadar hızlı yazdığım bir şey olmamıştı. Birinci bölüm bittiğinde önce eşimle sonra da o dönem yeni çalışmaya başladığım ama Söz döneminden çok iyi tanıdığım menajerim İlkay Doğan’la paylaştım. İkisinin de acilen 2. bölümü yazmam konusundaki ısrarıyla ara vermeden devam ettim. Onların o zaman bana verdiği motivasyonu ve güven duygusunu hayatım boyunca unutamam. İlkay’ın da yalnızca menajerim değil, çok iyi bir dostum olduğunu anlamıştım.
2 bölüm bittikten sonra durdum. Projeyi ilk önce kiminle paylaşmamız gerektiğini aramızda konuştuk. Diğer sorunuzun yanıtı da aslında burada başlıyor. Hiçbir yazdığımı bir oyuncuyu düşünerek yazmam. Çünkü hayal ettiğiniz kişi olmazsa manevra sahanız çok daralır ve en başa dönmeniz gerekebilir. Ama Deniz, konuşmaya başlar başlamaz kafamda sadece Özge (Özpirinçci) beliriyordu. Deniz uçlara çekilmeye müsait, zor bir karakterdi. Oynayacak kişinin onu yargılamadan sadece iyi anlamasına ihtiyacım vardı. 2 bölümü bitirdiğimde artık Özge dışında kimsenin Deniz olamayacağına emin oldum. Özge benim üniversite arkadaşım. Bu zamana dek ne yazsam ona göndermişimdir. Özellikle işle ilgili bir konuda asla kibarlık yapmaz, ne okuduysa, ne hissettiyse onu söyler. Özge, iki bölüm senaryoyu ve genel hikayeyi okudu. Ertesi sabah ondan gelen 7-8 tane ‘çabuk uyan’ mesajıyla uyandım. Onun o günkü heyecanı beni projeye daha da inandırdı.
Sonra İlkay, Özge ve ben yola devam ettik. Açıkçası daha hızlı ilerleriz diye düşünüyordum ama epey zorlandık. Çünkü ne yapmak istediğimiz konusunda yapımcılarla asla anlaşamadık. İşimize güvendiğimiz için pazarlığa da açık değildik. ‘Sonu başından belli’ diyerek, merak unsurunu zayıf bulanlar oldu. ‘Bu çift neler yaşadı da bu hale geldi’ merak unsuru olarak kabul görmedi. Ya da ‘bu hikaye bir diziyi taşımaz, bunu film yapalım’ diyenler oldu. Madem öyle Barış’ı kimin oynayacağını da bulalım, elimizi daha da güçlendirelim dediğimiz dönemde de işler iyi gitmedi. Barış’ı ‘zayıf ve güçsüz’ bulanlar ya da Deniz’in daha iyi yazılmış bir karakter olduğunu düşünüp reddedenler oldu. Yazarlığın ilk dönemlerinde bunları yaşasaydım eminim çok öfkelenir ve hemen işe küserdim. Neyse ki mesleğime dair iki şeyi iyi öğrenmiştim. Yazdığına -gerçekten iyi olduğuna inanıyorsan- güvenmek ve sabırlı olmak. Önce haklı olduğunu düşündüğüm eleştirileri dikkate aldım. Sonra da hayatıma devam edip sadece İlkay’dan gelecek haberi bekledim.
İlkay’ın projeyi Müge Abla’ya (Turalı) götürmesiyle bütün taşlar ışık hızıyla yerine oturdu. Şu an ikinci sezonda da birlikteyiz ve rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir yazar için projesinin en büyük şansı iyi bir yapımcıdır. Müge Abla hem benim, hem projenin şansıdır. Sadece projeyi değil, bizi de şefkatiyle kucakladı ve işe ruhunu üfledi. Daha ilk toplantıda bu işi Cem (Karcı) yönetmeli ve Barış’ı da Salih (Bademci) oynamalı diyen de kendisidir. Özge, Salih ve ben, Cem’in evinde ilk buluşmamızda ortaya öyle bir enerji çıktı ki, sanki yıllardır tanışıyor gibiydik. O gün bu işin hayalimin ötesinde bir yere gidebileceğini düşündüm. Ve öyle de oldu. Yıllar geçtikçe kulaktan kulağa projenin daha da kıymetlenip kendi aurasını oluşturması da işimizin en güzel meyvesi oldu sanırım.
- Bir izleyici gözünden hislerimizi tarif edersek İlk ve Son’daki ilişki zaman zaman sinirlerimizi bozdu zaman zaman ağlattı, duygudan duyguya sürükledi… Siz senaristi olduğunuz diziyi izlerken neler hissettiniz?
Yaklaşık 2 ay boyunca İlk ve Son kurgusundaydık. Dolayısıyla her gün saatlerce teknik izlemesini yaptım. Yayında izlerken haliyle duygumu kaybederim diye düşünüyordum ama öyle olmadı. Bunda en büyük etken Özge, Salih ve Cem’in varlıkları tabii ki. Ama onun dışında, İlk ve Son benim günlüğüm. Orada çocukluğumun, beni ben yapan duyguların çok büyük bir kısmı yatıyor. Benim için de zorlayıcı, yer yer eğlenceli ve bolca tetikleyiciydi. Teknik izlemeler dışında, yayın döneminde bir defa izledim. 3 yıl içinde bir daha izlemedim. Ya da izleyemedim bilmiyorum. Belki ileride oğlumla izlerim. Umarım sadece eğlenceli kısımlara güleceği, geri kalanıyla empati kurmakta zorlanacağı mutlu bir hayatı olur.
- Geçtiğimiz sezon ekrana veda eden Aile, son dönemin sevilen işlerinden biriydi. Onu anmamak elbette olmaz. Aile’nin temelleri nasıl atıldı diye bir kelime şakası yaparak yaratım sürecini sormak isterim. Özellikle, Devin ve Behram’ın sorgu sahnesinin arka planının nasıl yazıldığını çok merak ediyorum. Anlatabilir misiniz?
İlk ve Son’la birlikte korkmadan ve en önemlisi kimseye kendimi sevdirmeye çalışmadan yazmanın gücünü görmüş oldum. Dizinin başarısı bana, ana akımda da bu gücü kullanabilme imkânı yarattı. Ana akımın insanlara ulaşma hızını çok iyi bilen biri olarak da bu fikre heyecanlandım. İlk ve Son da aslında özetle “yanlış sevilen yalnız çocukların” hikayesidir. Ailelerinden yaralı iki gencin, aile olma yolculuğudur. Her sezon başka karakterler ve başka bir hikaye izleyecek olsak da, benim için işin cümlesi asla değişmeyecektir. ‘Aile’nin özü de tamamen bu cümleyle ilgili. Aile; koşulsuz ve dengeli sevginin öğrenilebileceği ilk yer de olabilir, bir psikoz yuvası da. Spektrumun iki ucu. Ve maalesef karanlık ucu, bir çocuğun üzerinde onarılması çok güç izler bırakır. Bu zamana kadar özellikle ana akımda şu cümle kafamıza kazındı: “Aile kutsaldır.” Hayır, aile kutsal falan değildir. Aile de her kavram gibi -hatta hepsinden daha çok- tartışılmaya, sorgulanmaya açık olmalıdır.
Milyonlarca insan, ailesi tarafından ‘sevgi’ kisvesi altında her türlü sözel, fiziksel, cinsel, duygusal ya da ekonomik şiddete maruz kalıyor. Devin, üçüncü bölümde Hülya Soykan’a neden psikolog olduğunu şöyle açıklamıştı: “İnsanları ailelerinden koruyabilmek için.” İlk bölümde Aslan da, Aile’nin tanımını şöyle yapıyordu: “Bütün kötülüklerin, iyi niyetle yapıldığı yer.” Ya da Leyla’nın ilk sezondaki her sahnesi bir derdi anlatabilmek içindi. İlk ve Son’daki her sahne de aynı derde dokunur. Deniz’in “normal şartlarda asla görüşmeyeceğim biriyle, neden sadece babam olduğu için görüşmek zorunda olayım ki?” diye babasına sorduğu soru mesela. Bu ve benzer sahnelerden sonra iki tür tepki alıyordum. Birincisi “sen kim oluyorsun da aileye dil uzatıyorsun?!” İkincisi “teşekkürler, yalnız değilmişiz.” Böyle de olması gerekiyordu. Eğer suya sabuna dokunmazsanız herkes sizi sever, ama bir farkındalık peşindeyseniz seveniniz kadar nefret edeniniz de olur, susmanızı isteyen de…
‘Aile’nin doğuşu bir derde dokunabilmesi, bir farkındalığa hizmet edebilmesi içindi. Aşırı sevmenin, en az sevgisizlik kadar yıkıcı bir şey olduğunu da anlatabildik; istilacı bir Aile’nin, bir çocuğun ruhunu nasıl sakatlayabileceğini de. Machiavelli’nin Prens’i üzerinden ailedeki güç zehirlenmesini de anlatabiliyorduk; Devin’in sadece kendi soyadını kullanması şartıyla Aslan’la evlenmeyi kabul ettiği bir bölüm de kurabiliyorduk. Geriye dönüp bakınca anlatabildiklerimizle gurur duyuyorum. Üstelik tüm bunları ülkenin en başarılı oyuncuları, rejisi ve yapım şirketiyle yaptık. Böyle bir fırsatım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ana akımda olmamıza rağmen bir kere bile beni kısıtlamayan, televizyonda bunları anlatamayız demeyen, aksine her toplantıda hikayemizi daha yukarı taşıyan fikirlerle güçlendirip, bana bu özgür alanı açan Kerem Çatay’a da minnettarım.
Bahsettiğiniz sahneye gelirsek, o sahneyi yazan Ali Kobanbay’dır. Sahnenin inandırıcılıktan uzak olma riski çok fazlaydı ama Ali, sahneyi şahane buluşları ve detaylarıyla, en gerçek şekilde yazdı. Behram’ın OKB’li olması da onun fikriydi. Aslında ben bu bahaneyle biraz Ali’den bahsetmek isterim çünkü onun varlığı hem dizi için, hem de benim için müthiş değerliydi. Aile’nin 3 bölümünü yazmıştım ve omuz omuza ana akım mücadelesine girebileceğim tecrübeli bir yazara ve bir yol arkadaşına ihtiyacım vardı. Eskiden Ali’yle bir tanışıklığımız vardı. Onunla bölümleri paylaştım. İşi çok sevdi ve birlikte yola çıkmayı kabul etti.
O günden sonra benim için her şey çok daha keyifli ve kolay oldu. En zor günde, en zor bölümde bile biliyordum ki Ali var. Bu sahne gibi sayısız imza sahnesi vardır ama benim için en unutulmazı 8. bölümde yazdığıdır. Aslan ve Serhat’ın izbe balıkçı sahnesi. Aile’yi takip eden ve yazar olmak isteyen tüm genç arkadaşlar o sahneyi tekrar izlesin lütfen. Her repliği ve her detayı ders niteliğindedir. Tek bir sahne, hem Aslan-Devin ilişkisini, hem de Devin’in yaşayacağı dönüşümü kusursuz şekilde anlatır. Özellikle balık metaforu ve Aslan’ın son repliği, bana bölümün final sahnesini yazdırıp, sivrisinek fikrini bulmamı sağlamıştı. Böyle sayısız örnek verebilirim ama 8. bölüm ikimiz için de en özel bölümdür ve bence Aile’nin en iyi bölümüdür. Ali de -ne mutlu bana ki- Aile sayesinde en iyi dostlarımdan biri olmuştur.
- Aile’de bu sahneler dışında yazarken ya da izlerken sizi ayrı etkileyen, sizin için yeri ayrı olan sahneler hangileriydi?
O kadar çok var ki… Bir kere benim için Aslan ve Devin’in her sahnesi, yazması ayrı, izlemesi ayrı güzeldi. Ama onlar dışında unutamadığım iki sahneyi söyleyeyim. Biri Devin’in 2. bölüm finalinde sofrada babasına yaptığı konuşma. Diğeri de Aslan’ın 27. bölümde terapi koltuğuna tek başına oturup korktuğunu itiraf ettiği sahne. Yazarken benim için duygusal maliyeti ağır olan sahnelerdi ama esas izlerken dağılmıştım. Sevgili Serenay (Sarıkaya) ve Kıvanç (Tatlıtuğ)’ın yine olağanüstü performansları sağ olsun. Ayrıca 22. bölüm Devin’in, Aslan’ı zorla çift terapisine götürdüğü sahneler, ne zaman izlesem kahkahalarla güldüğüm sahnelerdir.
- İlk ve Son ikinci sezonu için geçtiğimiz günlerde sete çıktı. İlk sezonda aslında biraz çıtlatmışsınız Cihan ve Nilüfer’in hikayesini izleyeceğimizi. İkinci bir hikaye yazarken nelerden ilham aldınız? Sizi etkileyen bir faktör var mıydı? Cihan, Nilüfer veyahut başka bir karakterde sizden bir iz bulabilecek miyiz?
Maalesef 2. sezon hikayesi ya da karakterleriyle ilgili bir ipucu veremiyorum. Sadece son sorunuza cevaben şunu söyleyebilirim. İkinci sezonun her yerinde bana dair çok iz var. Hatta bu sezon çok daha fazla döktüm içimi. Umarım yine yalnız değilimdir.
- Nilüfer ve Cihan’ı canlandıracak oyuncular için onlarca ismin adı geçmişti. Nihai kadro duyurulduğunda çok sevinmiştim. Sizin cast aşamasına dahil olup olmadığınızı, Hazal ve Ulaş’ı önceden izleyip izlemediğinizi merak ediyoruz?
Evet, cast aşamasına dahildim. Gerçekten uzun ve detaylı bir çalışma yaptık. Birçok yetenekli oyuncuyla deneme çekimleri yapıldı. İlk sezonun başarısı ben dahil hepimizin gözünü korkutuyordu. Bizim için iki şey önemliydi. Nilüfer ve Cihan çok iyi oyuncular olmalı ve kimyaları uymalı. İkincisi kulağa biraz beylik geliyor belki ama şöyle önemli; İlk ve Son tamamen diyaloğa ve performansa dayalı bir oda tiyatrosu. Çiftin kimyasından kast ettiğim aslında, bu bir masa tenisiyse, dizi boyunca top yere bir kere bile düşmemeli. Bu çok zor bir şey ama çiftiniz hem bir aradayken, hem de ayrı ayrı iyiyse, imkânsız değil. Ki ilk sezonumuz buna en iyi örnektir.
Hazal (Subaşı) ve Ulaş’ı (Tuna Astepe) önceden izlemiştim tabii. İyi oyuncular olduklarını da biliyordum ama dürüstçe söyleyeyim, bu kadarını bilmiyordum. Yönetmenimiz Devrim Yalçın, deneme çekiminde on dakikayı aşkın bir sahne çekti ikisiyle. Ben daha ikinci dakikada tamamdım. Üstüne bir de çok iyi insanlar olduklarını gördük. Tam birer takım oyuncusu ikisi de. Set öncesi yaklaşık bir ay çok yoğun bir ön hazırlık yaptık. Her sahneyi uzun uzun tartışıp konuştuk. O kadar çalışkanlar ki, prova olmayan günlerde bile buluşup çalıştılar. Şimdi setin beşinci haftası. Benim biraz saçma totemlerim vardır, erken konuşmayı da sevmem. Ama şu kadarını diyebilirim ki; izlediğim şeyler günlerdir sadece Hazal, Ulaş ve Devrim’i konuşmak istememe sebep oluyor.
- Maraşlı, Yarım Kalan Aşklar, İlk ve Son, Sen Yaşamaya Bak, Aile ve nicesi… Bugüne dek yazdığınız karakterler arasında yazmaktan bi’ başka keyif aldığınız, ayrı bir bağ kurduğunuzu hissettiğiniz bir karakter oldu mu?
Bir sonraki lafını ya da tepkisini benim bile kestiremediğim karakterleri yazmaktan ayrı keyif alıyorum. Deniz, Devin ve Aslan o açıdan çok keyifliydi benim için. Mesela, Devin’in Aslan’a attığı kafa ne hikaye, ne tretman aşamasında aklımda vardı. En fazla okkalı bir küfür edip arabadan iner diye düşünüyordum. Sahneyi yazarken beni bile şaşırtan bir kafaydı o 🙂 İlk ve Son 2. sezondan da çok karakter var. Seyirciyle birlikte ayrı bir bağ kurduğumuzu hissettiğim karakter için de Leyla Soykan diyebilirim.
- Yeni sezonda Türkiye’de de bazı dizilerde showrunner’ların olacağı söyleniyor. Sizce daha adanmışlık kokan, kaliteli işlerin ortaya çıkmasını sağlar mı? Hayata geçirdiğiniz hikayelerinize baktığımızda çok özendiğinizi anlamak güç değil. Sizi de bir gün showrunner olarak bir projede görebilir miyiz?
Showrunner’lık ya da proje tasarım, adına ne dersek diyelim. Hiçbir zaman bu tip bir ön koşulla herhangi bir işe başlamadım. Ama metne ve duygusuna olan hakimiyetim bana bu alanı kendiliğinden yarattı. En fazla da İlk ve Son’da bunu yaşadım. Bu tip bireysel etiketler bazen işe katkı sağlamadığı gibi aksine zarar da verebiliyor. Ben işin faydasına olacak her türlü katkıya varım. İlk ve Son’un kurgusunda da vardım, ön hazırlığında da, tüm provalar ve cast aşamasında da. Müge Turalı’nın isteği de bu yöndeydi. Çünkü bunun işe katkı sağlayacağına emindi. Ama işin yazarının her gün sette olmasını doğru bulmuyorum mesela. Yönetmenin ve ekibinin iş yeri orası. Senaristin varlığı; oyuncu ya da yönetmen üzerinde ister istemez bir ‘gözetlenme’ hissi yaratır. Emin olun hiçbir senarist de yazarken ya da ekipçe hikaye konuşurken dışarıdan birilerinin gözetimini istemez. Yönetmenin ve yapımcının bana ihtiyaç duyduğu özel durumlarda ya da sahnelerde, sette yatıp kalkmışlığım çoktur. Ama onun dışında sete pek gitmemeye çalışırım.
Ana akımda herkes zamanla yarıştığı için bir araya gelmek çok daha zor tabii. Ama Aile’de okuma provaları haricinde yönetmenimiz Ahmet Katıksız’la şöyle bir şey yaptık. İlk sezon hazır olan 5 bölümü, ikinci sezonda da hazır olan 3 bölümü sadece ikimiz okuduk. Ahmet’in hep yaptığı bir çalışmaymış bu. Ve bence şahane bir şey. Birbirimizi yanlış anladığımız yerleri hızla görüyorduk bu sayede. Ahmet’in aynı zamanda çok iyi bir yazar oluşunun da epey faydasını gördüm tabii.
- Hem dijital hem ana akım için senaryo yazan bir senaristsiniz. Kimisi televizyonun haftalık heyecanı diri tutmasını, seyirci tepkilerinin yön vermesini ve dizinin konuşulmasındaki o sürekliliği seviyor. Kimi senarist ise hikayesini tek seferde, belirli süreler çerçevesinde daha derli toplu ve özgür bir şekilde anlatmak istiyor. Sizin gönlünüz hangisinden yana?
Hangi hikaye hangi mecraya uygunsa diyebilirim. Gönlüm sadece hikayemden yana. Mesela ‘İlk ve Son’u aynı konseptle ana akıma yapamazdım. Bir kere her bölüm geçişinde radikal bir zaman atlaması var. Bölümler kendi içinde de çift zamanlı bir anlatımla ilerliyor. Seyirciden, hem sıkı bir takip, hem de izlemediği dönemleri zihninde tamamlamasını isteyen, epey talepkâr bir iş. Her hafta 140 dakika yayınlanan bir dizide bu dikkati kimse size veremez. Televizyon seyircisi de haliyle daha lineer ilerleyen, takibi kolay, mümkünse bir bölüm önce kaldığı yerden devam eden işleri tercih ediyor. İki tarafın da avantajları ve dezavantajları olduğunu düşünüyorum. Dijital medyanın kendi içinde platformuna göre çok değişkenlik gösterdiği de aşikâr. Ama şu, gün gibi ortada ki hikayeniz iyiyse nerede olursa olsun bir şekilde karşılığını buluyor.
- Hem ekibimizde hem de takipçilerimiz arasında senarist adayları var. Senarist adaylarına önerileriniz nedir? Siz, kariyerinizin başına dönecek olsanız kendinize vereceğiniz üç öğüt ne olurdu?
En başa dönüp kendime “sakin ol, sabırlı ol, öfkeni iyi yönet” gibi kişisel gelişim cümleleri kursam hiçbirini asla uygulayamazdım. Zamanla, daha çok iş yaparak, daha çok hata yaparak ve daha çok insan tanıyarak öğrendim bunları. Benim belki bir artım şuydu. Gerçekten can sıkıcı derecede çalışkandım. Hala öyleyim çünkü başka bildiğim ya da becerebildiğim herhangi bir meslek yok. Üstüne bir de aşkla yapabildiğim bir işim var. Özellikle ana akıma dizi yazmak isteyen genç arkadaşlara şunu söyleyebilirim; diziniz yayındayken maalesef hayatınızı bir süre unutun. Aile’yi yazarken oğlumu görebildiğim her an şanslı hissediyordum. Bu söylediğim hiç matah bir şey değil, doğru da değil, sistemin bozukluğundan kaynaklanan bir durum ama bu işi istiyorsanız, ne yazık ki hal böyle. ‘Söz’ zamanı ekibe gelen genç bir kardeşimiz bir hafta gece/gündüz çalışma sonrası yeni bölüme geçmeden önce şunu sormuştu: “Nasıl yani her hafta mı böyle çalışacağız?” Sonra da arkasına bakmadan kaçmıştı zaten.
Diğer naçizane tavsiyem de nasıl yazarsanız yazın, “kibirli” yazmayın. Seyircinin altında ezildiği bir iş, entelektüel hazımsızlıktan ileri gitmez. ‘Kibir’ ekranda saniyesinde anlaşılır. Oyunculuklardan senaryoya, rejiye kadar anında anlaşılır. Kibirli yapım şirketini bile anlıyor seyirci artık.
Ekibimde yer alan genç kardeşlerime de kendi üzerimde işe yaradığı için şunu söylüyorum. “Korkusuzca yazarsanız gerçek potansiyelinizi görürsünüz.” Aile’de birlikte çalıştığımız Adilcan Güreşçi isimli, kardeşim gibi sevdiğim, genç bir yazar arkadaşım var. Ali de ben de onun ne kadar yüksek bir potansiyele sahip olduğunu ve yeteneğini görüyorduk. Ancak ilk sezon bunu pek kullanamadık. Benim hatamdı çünkü ona özgüven kazanabileceği özgür bir alan açmamıştım. Yazarlığın büyük bir kısmı da özgüvenle ilgili. Sonra sezon arasında Ali’yle birlikte Adil’le uzun konuşmalar yaptık. Birlikte daha sık vakit geçirdik. Bizim ne düşüneceğimizi umursamadan, cesaretle yazması için onu yüreklendirmeye çalıştık. Adil’e ‘öyle bir karakter yaz ki, onu senden başka kimse yazamasın’ dedik.
Bir gün bir karakterle geldi. Sayfalarca karakter analizi ve sahne yazmıştı. Okuduğunuz an, karakteri duyup görüyordunuz. İnanılmaz bir şeydi. Annesinin adını koydu karaktere. Ve Nedret Soykan -Ayda Aksel gibi şahane bir oyuncuyla buluşarak- ikinci sezonumuzun en unutulmaz karakteri oldu. Öyle bir yazdı ki, hiçbirimiz Nedret’e bir cümle dahi yazamadık. Yazsak bile en son üzerinden mutlaka Adil’in geçmesi gerekiyordu. Karakteri resmen kilitledi. Sonra oğlu Bedri’yi ve Hülya – Nedret sahnelerini yazmaya başladı. Hepsini de şahane yazdı. 2. Sezon bizim için en büyük kazanımdı Adil. Yakın bir zamanda adını daha çok duyacağınıza eminim.
- ‘Keşke ben yazmış olsaydım’ diyecek kadar çok sevdiğiniz, ‘bu hikaye tam benim kalemim’ diye düşündüğünüz yerli veya yabancı bir dizi veya film var mı?
Geçenlerde izlediğim fragmandaki fikre aşık oldum. ‘Mother, Couch’ isimli bağımsız bir film. İsveçli bir yazarın (Jerker Virdborg) romanı Mamma i Soffa’dan uyarlanmış. Romanın çevirisi sanırım henüz yapılmamış. Anneleri bir mobilyacıdaki kanepeden kalkmayı reddedince, yıllardır görüşmeyen üç kardeş bir araya gelmek zorunda kalıyor. Bence dahiyane basitlikte bir fikir. Aklıma gelmiş olmasını çok isterdim. Aile’de Hülya Soykan’a böyle bir delilik yaptırmak harika olurdu. Bölüm boyu çıkacak krizleri düşünmesi bile çok eğlenceli.
- Birkaç kanal/platform söylesek en sevdiğiniz dizilerini söyler misiniz?
HBO: Six Feet Under, Olive Kitteridge, Succession, The Sopranos, Curb Your Enthusiasm, Euphoria, The White Lotus.
Showtime: Californication, Episodes, Shameless, Homeland.
Gain: Ayak İşleri, Dengeler.
Prime Video: Fleabag, Transparent, The Marvelous Mrs. Maisel.
Netflix: Kulüp, The Kominsky Method, Maid, Ripley, Ozark, Baby Reindeer, After Life.
BluTv: Masum, Magarsus, Çıplak, Bartu Ben.
Sosyal medyadan gelenler:
- İlk ve Son birinci sezonuyla büyük ilgi gördü ve halkımız da çok sahiplenici olduğu için karakterleri sahiplendi ister istemez kıyaslamalar yapılıyor. Siz iki hikayeyi değerlendirirseniz neler söylersiniz?
Dediğim gibi maalesef herhangi bir ipucu veremiyorum hikayeyle ilgili. Ama yine 10 yılı aşkın bir ilişkinin her halini izleyeceğiz. Benzer duygu ve durumların içine bu defa bambaşka iki karakteri koyuyorum. Dolayısıyla aynı konsept içinde bambaşka bir hikâyeye davet ediyoruz seyircimizi. ‘İlk ve Son’ hepimizin göz bebeği. Hakkını verebilmek için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Kendi adıma şunu söyleyebilirim. İlk sezon oğlum Kuzey henüz doğmamıştı, baba değildim. Şimdi ilk sezonu bir daha yazacak olsam Can’ı çok daha fazla dahil ederdim hikâyeye. O yüzden bu sezonu yazarken Nilüfer ve Cihan’ın kızları Elif de benim için çok önemli bir karakter haline geldi.
- Sosyal medyada kendisinden hep “toksik ilişkileri çok iyi yazıyor” diye övgüyle bahsediliyor acaba kendisini özellikle bu tip hikayelere çeken bir sebep mi var yoksa o da bir seyirci olarak “mutsuz son kalıcı olur” taraftarı mı?
Bu soru için teşekkür ederim. Çünkü bu toksik ilişki tanımını biraz açmak istiyordum. Ben genellikle sonuçlar ya da etiketlerle ilgilenmekten ziyade onların sebepleri, kaynaklarıyla ilgilenmeyi seviyorum. İkili ilişkilerimizi de en çok ailemizin ya da büyüdüğümüz ortamın şekillendirdiğine inanıyorum. Eğer bir çocuk; her anlamda yıkıcı, zarar veren, zehirli bir ortamda büyüdüyse, bir yerden sonra bu durum onun için normalleşiyor ve hatta maalesef ‘sevgi dili’ zannediliyor. Eğer ilerleyen yaşlarda farkındalık geliştirebileceği bir destek alamazsa da, bu yanlış kartopu gibi büyüyerek bütün hayatını ele geçiriyor. Ben bu farkındalığa küçücük bir katkım olması adına bu ilişkileri yazmayı tercih ediyorum.
‘Aile’de Devin, psikolog olmasına rağmen geçmişten taşıdığı yükler yüzünden uygulamada sınıfta kalıyordu. Aslan, zaten bir çocuğun büyüyebileceği en yanlış ailede büyümüştü. Ama ikinci sezon çift terapisine başladılar. İyileşmeleri için bir umut vardı. O yüzden finalimiz de mutsuz değil umutlu bir finaldi. Mutsuz sonlara karşı falan değilim bu arada. Hikaye anlatıcısının bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum ama bazı durumlarda aydınlığı anlatmak için, sadece karanlığı göstermenin çok daha etkili olduğunu da düşünüyorum. Yeter ki o karanlığı güzelleyip ona çanak tutmasın.
‘İlk ve Son’ için de durum aynı. Benzer ilişkideki insanlar için diziyi izlemesi çok zordu evet, ama bir yandan da büyük bir kısmı için bir aydınlanma fırsatı oldu. ‘Sanki bizi yazmışsınız’ diyen çocuklu çiftlerden sıklıkla iki farklı teşekkür mesajı alıyorduk. Birincisi, ‘diziyi izledikten sonra terapiye başladık’ diyenler. İkincisi, ‘yolun sonuna geldiğimizi anlayıp ayrıldık’ diyenler. İki seçenekte de çocuklarının daha sağlıklı bir ortamda büyüyecek olması çok mutluluk verici. İlk ve Son’da da mutsuz değil, umutlu bir final vardır. Hatta daha etkili bir final fırsatını bile ıskaladığımı düşünüyorum. Deniz, Barış’ın evinden çıktıktan sonra arabasını sürerken dizi bitmeliydi aslında. Fotoğrafının olduğu çerçeveyi de yanına alıp vedasını etmişti Barış’a.
Ama sonra kıyamadım sanırım. İyileştiklerini ve birbirlerine veda edebildiklerini daha net gösterebilmek istedim. Ama o da haklı olarak başka kafa karışıklıklarına sebep oldu. Bu fırsatla finalimizi de kafası karışanlar için açıklamış olayım. Deniz’le Barış ilişkilerine tekrar bir şans vermedi. O kadar da delirmiş olamazlar 🙂 Barış, Gün’le nişanlanmıştı. Alyansı sağ elindeydi. Ama ikilinin finalde ettikleri dans, gülüşmeleri, bakışmaları o kadar şahaneydi ki hepimiz için… İzlerseniz o sahnede sadece Deniz ve Barış’ı değil, Özge ve Salih’i de görürsünüz. Sağ olsun sevgili Bülent Ortaçgil de şarkıyı sanki bizim için yazmış gibiydi. “Sessizdiler ama çoktular. Biraz deli, biraz çocuktular. Denize doğru, denize doğru…”