Cansu Senem: “Ben hazırım. Sadece bir projeye değil, bir dönüşüme hazırım, sanatla gelen, yayılan bir dönüşüme…”
“Sahneye çıkmak değil, sahneyi kurmak da istedim.”
Onu “Maraşlı”, “Alef: Mâl-i Hülya”, “Bir Küçük Gün Işığı” ve “Aşk Evlilik Boşanma” gibi yapımlarda izlediniz.
Ama sahnedeki yolculuğu bu yapımlardan çok daha önce başladı.
Çocuk yaşta tiyatroya adım atan, yıllar içinde hem sahnede hem ekranda var olan biri o.
Cansu Senem’i sadece oynadığı rollerle tanımlayamazsınız.
Onu asıl anlatan şey: neden sahneye çıktığı, hangi hikâyelere kulak verdiği ve neye dokunmak istediği…
“Sahne beni yedi yaşında çağırdı. O sesi bir daha hiç unutmadım.”
Bazı sesler vardır, dışarıdan kimse duymaz. Ama sen içinden bir kez duyduğunda, artık geri dönemezsin.
Cansu Senem için o ses yedi yaşındayken geldi. Bir çocuk oyununda sahneye çağrıldığında. Alkışlar vardı, ışıklar vardı ama hepsinden öte bir çağrı vardı. İçeriden. “O gün sahne beni çağırdı” diyor. Ve o çağrı, yıllar boyunca şehirler değişse de,yollar uzasa da içinden hiç eksilmedi.

“Ben nereye gidersem gideyim, oyunculuk bana geliyordu.”
Mersin’de Altan Erkekli Sahnesi’nde konservatuvara hazırlanıyordum. Aynı anda üniversite sınavına girip Bilgi Üniversitesi’nden tam burs kazandım. Sistem “ya o ya bu” diyordu. Ben “ikisi de” dedim. Gündüz işletme okuyordum, akşam Yıldız Kenter’den ders alıyordum. İçimdeki ses durmuyordu çünkü. Ne yaparsam yapayım, oyunculuk oradaydı. Ben nereye gidersem gideyim, o bana geliyordu.
Kurumsal hayatta üç yıl çalıştım. İçimde her sabah yankılanan bir cümle vardı: “Sahneye dön.” Bir sabah kalktım ve sadece “istifa ediyorum” dedim. Kimseye danışmadım. O gün kendime bir söz verdim: Bir daha sahneye sırtımı dönmeyeceğim.
“Üretim biçimim değişti; ama sesimin kaynağı aynı.”
•Cansu, biraz da Hollanda’dan bahsedelim mi? Haziran’da Amsterdam’da çekilecek kısa filmin var. Türkiye’de yaşıyorsun ama zaman zaman oraya gidip geliyorsun. Bu geçişler seni nasıl etkiliyor? Never Walk Alone nasıl ortaya çıktı?
Yalnızlıkla erken tanıştım. Uzun yürüyüşler, iç sesler, sorulmamış sorular… Bir gün Amsterdam sokaklarında yürürken hissettim: Kimse beni duymuyordu belki, ama bastığım her taş bir yankı taşıyordu. O kadın tek başına yürüyor olabilir, ama bıraktığı iz, başkalarının sessizliğine değiyordu.
Never Walk Alone böyle doğdu. Bir yürüyüşten filme, bir iç sesten kolektif bir nefese dönüşen bir yolculuk.
Film dikey formatta çekilecek. Bir kadının yalnızlığını, çevresiyle olan mesafesini, o dar kadraj kadar hiçbir şey anlatamazdı. 9:16 sadece bir teknik değil — biçim bu hikâyeye ruh oldu.
Festivallerde, özellikle de dikey format kategorilerinde yer almak istiyoruz. Çünkü bazen bir fısıltı da alkış kadar yankı bırakır.

“Parazit, sahnede çıplak kalmayı göze almaktı.”
Yakında sahnelenecek tek kişilik oyunun “Parazit”, kişisel ve toplumsal bir çöküşün ardından bir sığınakta hayatta kalmaya çalışan bir kadını anlatıyor. Ama bu sadece distopik bir kurgu değil. Aslında bugünün duygularının soyulmuş hâli.
Oyunun yazım sürecine de dahil oldum. Sahneye tek başına çıkmak, gerçekten çıplak kalmak gibi. Saklanacak bir jest yok, arkana yaslanacak başka bir oyuncu yok. Ama belki de en çok orada, en gerçek hâlinle varsın. O kadını oynarken aslında herkesin yalnızlığına dokunuyorum.
Eylülde hem Türkiye’de hem Hollanda’da sahnelemeyi planlıyoruz. İki şehir, tek hikâye. Çünkü yalnızlık evrensel. Ama bir kadının yalnızlığı, bir başkasına “yalnız değilsin” dedirtebiliyorsa — işte orada tiyatro başlıyor.
“NARTR bir ağ değil sadece, bir alan.”
Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli kadınların görünürlük kazanabilecekleri, anlatılarını paylaşabilecekleri ve birbirlerine köprü olabilecekleri bir alan yaratmak istedim. NARTR, tam da bu ihtiyaçtan doğdu.
Bu bir kolektif. Kimi zaman bir söyleşi, kimi zaman yaratıcı bir buluşma, kimi zaman sadece bir cümlede ortaklaşma. İçinde atölyeler de var, içerik üretimi de, dayanışma da. Ama en temelde: birbirini duymak isteyen kadınlar için kurulan bir zemin bu.

Henüz çok başındayız. Ama birlikte düşündükçe, büyüyecek gibi değil — derinleşecek.
“Bazen bir kadın yürür. Ama hiçbir kadın yalnız yürümez.”
Oyunculuk benim için bir meslek değil, bir dönüşüm. Her karakter beni içimdeki başka bir yere götürüyor. Ve bazen sahnede değil, boşlukta görünür oluyorsun.
“İyi ki yaptım” dediğim şey mi? İstifa ettiğim sabah. Kimseden izin almadım. Sadece içimdeki sesi dinledim. Ve her şey o anda başladı.
Son olarak bu yazıyı okuyan birine, özellikle bir genç kadına ne söylerim?
Herkesin yolu başka. Ama içinden yükselen sesi duyduysan, orası senin yönündür. Beklemek zorunda değilsin. Onay almak zorunda hiç değilsin. Her adımın bir karşılığı olmayabilir, ama bir iz bırakır. Ve bazen sadece yürümek bile, başka birine cesaret olabilir.
HIZLI SORU KÖŞESİ
•Diyelim ki çok sevdiğiniz bir dizi Türkiye’ye uyarlanıyor ve siz de kadrodasınız. Hangi karakteri canlandırıyor olurdunuz?
The Handmaid’s Tale Türkiye’ye uyarlansaydı, June Osborne (Offred) olmak isterdim. Onun zulme karşı sessiz başlayan ama zamanla kararlı ve lider bir direnişe dönüşen mücadelesini, içindeki umudu hiç kaybetmeyen dirayetini taşımak isterdim. Hem kırılganlığını hem de en karanlık anlarda bile ayakta kalma mücadelesini izleyiciye hissettirmek, oyunculuk adına çok güçlü bir deneyim olurdu.

• Manifest köşesi! Burada ne manifest cümleleri gördük kısa sürede gerçekleşen 🙂 Sizin de gerek yaşamınızda gerek kariyerinizde hayal ettiğiniz bir şeyi söylemek için tam yeri ve zamanı diyor sözü size bırakıyorum. 🙂
Hayalim sadece bir karakteri oynamak değil, ruhu yakalamak, çok sayıda insanın ruhuna dokunmak. Belki ağlayacak, belki yüzleşecek, belki gülecek, belki de iyileşecek. Ve işte o zaman, yalnızca bir oyuncu değil, bir hikâyenin, bir dönüşümün parçası olacağım. Bugüne kadar gözlemlediğim tüm duyguları, heybeme attığım rengarenk çakıl taşlarını çıkarmaya hazırım…
Bu röportajın uğuruna inanıyorum ve dilerim bu sözler ulaşması gereken kalbe ulaşır. Çünkü ben hazırım. Sadece bir projeye değil, bir dönüşüme hazırım, sanatla gelen, yayılan bir dönüşüme…