Tamer Levent: “Yaşamak başlı başına bir sanattır.”

Çok kıymetli bir sanat insanı, Aşk Yeniden’in Derin Şevket’i, Cesur ve Güzel’in Tahsin Korludağ’ı, İstanbullu Gelin’in Garip Selimer’i… Tiyatroya ve sanatçıya verdiği değer ile bildiğimiz Tamer Levent’i ve çalışmalarını daha yakından tanımak istedik. O da bizi kırmayarak sorularımıza her biri ayrı bir ders niteliğinde cevaplar verdi.

Çayınızı, kahvenizi hazır edin ve kafanızın rahat olduğu bir zamanda buyurun sanata farklı bir perspektiften bakalım…

Klasik sorudan başlayalım. Sizi çok iyi tanıyan bir dostunuza sorsak sizi bize nasıl anlatırdı? 🙂

Arkadaşlarım benim insanları çok sevdiğimi bilir, insanları sevdiğim için onlar adına fedakârlık yaptığımı bilir. Verdiğim sözlerden asla caymadığımı, sözümün eri olduğumu, sözlerime sadık olduğumu bilirler. Dürüst olduğumu bilirler. Ve ilkelerime bağlı olduğumu bilirler. Bütün bunlarla yaratıcı çalışmalar yapmaya da çok hevesli olduğumu bilirler. Ve peki bu özelliklere sahip insanlar yaratıcı olabilirler mi? Evet. Çünkü bu özelliklere sahip olmanın farkındaysanız; bu farklılıkla kendinizi, yaşamınızı geliştirmek, yönetmek istiyorsanız o zaman kötü, çirkin ve yanlış olanın karşısında gerekenleri yapmanın yaratıcılığı içerisinde gelişme gösterebiliyorsunuz.

Sahneye çıktığınız ilk ânı hatırlıyor musunuz? Bu mesleği seçmek isteyen gençlerimizi yüreklendirmek adına o ânki hislerinizi bizimle paylaşmak ister misiniz? 🙂

Sahneye çıktığım ilk ân, 1960’lı yıllarda İzmir Türk Koleji’ndeydi ve oyunumuzu yöneten Cahit Kürkan isimli Avni Dilligil Tiyatrosu’nda oyunculuk yapmış profesyonel bir yönetmenimiz vardı. İlk oyunum Turgut Özakbar’ın “Komşularımız” oyunuydu. İlk sahneye çıktığımda o kadar heyecanlanmıştım ki heyecandan pantolonumun düğmesi kopmuştu ve o düğmenin koptuğunu çaktırmamak için elimle pantolonumu tutmuştum. Sonra bir ara dışarı çıkıp yardımcı arkadaşlar sayesinde diktirmiştim.

Bu heyecan önemli bir heyecan ama içi boş olmamalı. Sonra oturup düşünmüştüm “Neden ben heyecanlandım?” Karşımda arkadaşlarımı, annemi babamı görmek, dostlarımı görmek beni heyecanlandırmıştı. Onlara böyle bir meziyetim olduğunu göstermek beni heyecanlandırmış hatta belki egomu okşamıştı. İyi oynamaya çalışmıştım, bunu hissediyordum, iyi oynamak için elimden geleni yapmaya çalışıyordum.

Birçok özelliğimi sahnede fark etme imkanım olduğunu gördüm ve ondan sonra da şunu anladım ki insan oyuncu olmak istiyorsa sürekli kendini geliştirmek zorunda. Oyuncu olmak isteyenler bunu biliyorlarsa, bunu öğrenmek ve bu anlamda kişisel gelişimlerini hiçbir zaman durmadan sürdürmeyi göze alıyorlarsa bu farkındalıkla bu mesleğe yönelebilirler.

“Derin Şevket” gibi fırtınalı bir adamdan “Garip Selimer” gibi bir salon beyefendisine… Bambaşka gibi görünen bu iki karakterin ortak noktası bir ömür aynı sevdayı taşıyabilecek kadar güçlü bir yüreğe sahip olmaları. Sizce de sevda bir ömürlük hasrete dayanabilecek kadar güçlü bir olgu mu?

Ben “Derin Şevket”te hayatımda ilk defa öyle bir karakter oynamıştım ve o karakteri oynamak gerçekten çok hoşuma gitmişti. Hem oyunculuğumu sınamıştım hem biraz önce söylediğim gibi kişisel gelişmemi, yapmış olduğum gözlemleri nasıl aktarabildiğimi kendi kendime tartmış, ölçmüştüm. Tabii, dizilerde oynamanın avantajı şu: Geniş izleyici kitlelerinin tepkilerini almak ve kendinizi bu tepkilerle sınamak imkanı. Eleştiri ve özeleştiri yapabiliyorsunuz. Ben özeleştiriyi çok önemsiyorum çünkü.

Ben oyunculuğun tek tip olmadığını hep savundum. Oyunculuk, madem bir de uzun yıllar süren eğitim alıyorsunuz, yani oyuncu benim için insan-bilimci demek. İnsanı inceleyen, onu başkalarıyla karşılaştıran, insanın yaşamda misyonu ne olmalıdır gibi şeyler düşünen, sürekli bu düşüncelerle yaratıcılıklar arayan bir oyuncu, kendi düşüncelerini de katarak rolü canlandırdığı zaman, hem de iyi canlandırdığı zaman izleyiciyle de çok iyi bir diyalog kurabiliyor.

Tabii Derin Şevket’ten sonra Tahsin Korludağ vardı, mesela bu ikisinin uzaktan bir benzerliği olabilirdi, yakından değil. Ama Garip Selimer’in her ikisiyle de benzerliği yok. Dolayısıyla bunun izleyici tarafından da anlaşılmış olması adeta bir tiyatro kültürü eğitimi gibi geliyor bana. Çünkü bazen arkadaşlarla ve izleyiciden dostlarımla oturup konuşuyoruz, gülüyoruz: Geçmişte Yeşilçam’da kötü adamı oynayan oyunculara izleyicilerden tepki geliyordu, sanki onların oyuncu olduklarını bilmiyorlarmış gibi. Sanki tiyatro kültürünü, dramatik olanın tiyatro ve sinemada canlandırılmasının bir kültür olduğunu bilmiyor gibi davranıyorlardı. Ne yazık ki o zaman kötü adamı oynayan oyuncular da hayatları boyunca kötü adamı oynadılar. Halbuki kötü adam-iyi adam bunlar zaten yaşamın ve yaşam estetiğinin içindeki karşıtlıklardır. Kötü adam niye kötü? İyi adam niye iyi? İyiyle kötünün çatışması nedir?

Ben yaşamın iyi, güzel, doğru olmasını isteyen bir adamım, Sanata Evet’le bunu tarif ediyorum ve Sanata Evet’in bütün disiplinleri birleştiren bir anlayış olarak yaygınlaşıp bir yaşama biçimine dönüşmesini öneriyorum. Ama yeri gelince kötü adam da oynayabilirim. Bu oyunculuk mesleği. Bana sokakta karşılaştığımda soranlar da oluyor, hatta şaşırarak soruyorlar: “Yani Derin Şevket’ten sonra Garip Selimer oynadınız, nasıl oldu?” Ben de diyorum ki “Ben de bu rolleri oynayabilmek için ve daha başkalarını da oynayabilmek için uzun yıllar eğitim aldım.” Bunu söylediğim zaman şaşıranlar oluyor hatta bana “Allah Allah, bu işin eğitimi mi var?” diye soran vatandaşlar oluyor.

O zaman da ben şaşırıyorum çünkü yirmi birinci yüzyılda, bizim ülkemizde oyunculuğun bir eğitimi olduğunu, oyunculuğun okulu olduğunu bilmeyen yurttaşlarımız oluyor. Ama ben onları suçlamıyorum, eğer onların bunu bilmeleri için bizim bu koskaca, bu çok değerli ülkemizde önlem alınmamışsa ben bu yıllardan beri gelen önlem alınmamışlığı suçluyorum. Eğer insan kendi değerlerine bağlıysa sevdasını da ömür boyu sürdürebilir.

Ben, Garip Selimer’in tavrında kendi ilkelerine bağlılığını, dürüstlüğünü, sevdasına olan tutkusunu, fedakarlıkla birleştirerek yılmadan sürdürmesini takdir ediyorum. Dolayısıyla zaten dizi son sekiz bölüme giriyor, zannediyorum Garip Selimer bu sekiz bölüm içinde de bunu kanıtlayacak.

Garip’in ilk amacı Esma’dan intikam almaktı ama sonra Esma’yı görünce yumuşadı. Sizce Esma Garip’i gerçekten de para için terk etmiş olsaydı ve sonrasında o da aşka yenilmemiş olsaydı eğer Garip yine de intikamdan vazgeçer miydi? Tam da Esma’nın ona tekrar bağlandığı bir ânda Derin’le gitmesi oldukça ağır bir intikam olabilirdi mesela?

Evet, yani Garip Esma’yı küçükken çok sevmişti çünkü. Esma’nın onu terk etmesi onu çok yıkmıştı ama bu yıkılma Garip’in kendisini çok iyi eğitmesine sebep oldu belki de. Garip kendisini bu yıkılmadan sonra biledi ve çok gelişmiş bir insan karakteri ortaya çıkardı diye düşünüyorum.

Tabii, bu intikamın sürmesi de bir yol olabilirdi ama bu biraz alışılmış bir yol. Yani intikamın sürmesini toplum normal buluyor nedense. Halbuki intikamdan vazgeçmek ve de o yarım kalmış aşkı sürdürmeye çalışmak bir seçenek değil mi? Kimileri bunu zayıflık olarak bile görebilir hatta taraf değiştirmek olarak görebilir. Hatta, ne bileyim, çıkarcı olarak görmeye kalkan bile olabilir ama bakıldığı zaman, sizin de sorduğunuz gibi, eğer Garip çıkarcı biri olsaydı herkesin uygun gördüğü gibi Derin’le Amerika’ya çekip gitmesi gerekirdi.

Ama burada kalıp Esma’yla kalmayı tercih etmesi herhalde Garip’in çıkarcı değil, insansever; iyi, güzel, doğru yönünde prensipleri olan, yaşamı sanatsallaştırmaya çalışan bir adam olduğunun kanıtı değil mi? Çünkü burada bir çıkar hiç yok, aksine sürekli karşı tarafa vermek, vermeye çalışmak var. Sevgisini bu şekilde göstermek Garip’in nasıl bir insan olduğunun be kişisel gelişiminin ne kadar üst düzey olduğunun kanıtıdır diye düşünüyorum ben.

Dizide gençliğinizi oynayan Yunus Bey’le ilk tanışmanız nasıl oldu?

Yunus’la tabii ki sette tanıştık. Çok da sevdim. Yunus, oyunculuğu çok seven bir arkadaş ve tanıştığımız ândan itibaren onu sevdim. Sakin, kendi içinde düşünceleri olan, hayata sevgiyle bağlı olan bir insan.

İstanbullu Gelin senaryosunun yaşanmış bir hikâyeden uyarlanmış olması ekip olarak sizi nasıl etkiliyor? Yaşanmışlığa bağlı olarak çekimlerde ekstra etkilendiğiniz sahneler oluyor mu?

İstanbullu Gelin senaryosunun yaşanmış bir hikâyeden uyarlanmış olması ekip olarak da hoşumuza gidiyor, benim kişisel olarak da hoşuma gidiyor. Yani içinde öyle vurdular kırdılar, büyük trajediler, inişler çıkışlar sürekli olmayan bir aile yaşantısının kendi içindeki yaşamsal gerçekliklerle buluşturularak anlatılması çok hoşuma gidiyor. İzleyici de bu anlamda kendinden birçok şey buluyor bu senaryoda. Hatta psikoterapistin olması da çok önemli, bence bu senaryo izleyiciyle çok iyi diyalog kuruyor.

Bu senaryo bize bazı dersler de veriyor. Örneğin gündelik yaşantımızda her dakika silah taşımadığımızı, her dakika büyük faaliyetler yaşamadığımızı, gösteriyor. Evet bizim de gündelik yaşantımızda ufak tefek iniş çıkışlar oluyor ama bunları nasıl çözebileceğimizi, bunların bizi nasıl dertlendirdiğini büyük bir samimiyetle gösteriyor. O zaman kendimizi buluyoruz ve tiyatrodan, sinemadan yani dramatik kökenli sanatlardan beklenen empati kurulabiliyor seyirciyle yapılan iş arasında. Çünkü yapılan iş, gerçekle bizi karşılaştırabilir değerde bir iş oluyor. O zaman da izleyici kendi yaşantısından benzerlikler bulduğu bu olaylarda empati kurarak kendisinin de davranış benzerliklerini ya da benzer olmayanlarını ya da yanlışlarını görebiliyor. Bu nedenle bence İstanbullu Gelin senaryosu bu yüzyılda, Türkiye’de senaryo konusu bu kadar bol olan, insan malzemesini bu kadar iyi işlemeye olanağı olan bu ülkede yol gösterici bir özellik taşıdı. Ticari amaçla sadece vurdulu kırdılı mafyalı diziler yapmanın gerekli olmadığının kanıtı oldu.

Son yıllarda tiyatroya gösterilen ilgi gözle görülür biçimde arttı. Sizce insanımız gerçekten bilinçlendi mi yoksa bu artışın altında farklı sebepler mi yatıyor?

Ben, son yıllarda izleyicimizin tiyatroya gösterdiği ilginin altında son otuz beş yılda çok önemli gelişme gösteren drama kültürünün olduğunu düşünüyorum. Yani dramayı önceden ‘acıklı’ zanneden Türk insanı dramayı eğitimde yaşamaya başladı. Çağdaş Drama derneklerini kurduk, Türkiye’nin on altı ilinde üç bin beş yüz drama lideri yetiştirdi bu dernekler ve bu baharda otuzuncu yılını kutlayacak Çağdaş Drama Derneği.

Bunun yanında İstanbul Drama Akademisi kuruldu. Okullarda veliler drama dersini talep eder hale geldi bu nedenle okullar drama dersini müfredata koymaya başladılar. Ben de sevgili İnci San ile birlikte otuz, otuz beşten fazla sene önce Talim Terbiye’ye giderek drama dersinin müfredatta seçmeli olarak yer alması için çaba göstermiş ve bunun gerçekleşmesini sağlamıştık. Son otuz beş senede, hepimizin fark ettiği üzere drama kültüründeki bu gelişme Türkiye’de tiyatro kültürünün gelişmesine de bence çok çok katkıda bulundu.

Maalesef Türkiye’de kültürel anlamda, bireyin sosyokültürel gelişmesi anlamında uzunca yıllardan beri fark edilen bir eksiklik var. Gönüllülük içerisinde geliştirdiğimiz drama kültürü, kendine son derece aktif bir yer buldu. Şimdi Anadolu’da tiyatro kampları düzenleniyor, bölgesel tiyatro birlikleri kuruluyor, onlar da diğer birliklerle işbirliği yapıyorlar ve yaşamın kültürel politikası sürekli gerileme gösterdiğinde dramadaki bu dinamik yapı, bence tiyatroya olan bilinçli talebi de artırıyor. Çünkü bunun içerisinde sosyalleşmek var, insanların kendini geliştirmesi var, yaşama bağlılık var, travmatik düşüncelerden uzaklaşmak var. İnsanın çoğul olduğunu fark etmesi var.

Kişinin kendi problemlerini sadece kendisi yaşıyormuş gibi hissettiği zamanlar oluyor ve tiyatroya giderek başka insanların da aynı problemlerle uğraştığını görmek ona moral verir, kendini tedavi etmeyi drama çalışmalarında gerçekleştirebilir ve bu nedenle rol oynama metoduyla insanların yaşamı tarif etmesi ve sosyal problemlere çözüm bulunması düşüncesi gelişir. Çünkü sosyal problemlere sanki çözüm bulunmazmış gibi, bütün problemler ekonomik, endüstriyel, siyasal problemlermiş gibi görülüyor. Halbuki bireyin kişisel sosyal problemleri var, sosyal psikolojik problemleri var ve bu problemlerin çözülmesi için köklü tedbirler alınması gerekiyor, çünkü bu problemlerin çözüme kavuşması diğer problemlerin çözümünü de etkiliyor. Eğer bu tedbirlerin insanın değerli tutulması, ‘önce insan’ denilmesi adına planlı bir şekilde yapılması söz konusu değilse bu talep toplumun kendinden gelmeli, gönüllü olmalı. Bugün toplumun tiyatroya ilgi duyması bu anlamda bir göstergeyi de oluşturuyor herhalde ve ben bundan çok mutluluk duyuyorum.

Tiyatro izleyicisinin büyük bir kısmının ilk tercihi devlet tiyatrosu oluyor. Bu nedenle devlet tiyatrosunda sergilenecek oyunların seçimi milli tiyatro kültürünü oluşturmada büyük önem taşıyor. Sizce devlet tiyatrosunda sergilenecek oyunların seçiminde nelere dikkat edilmeli?

“Devlet Tiyatroları” 1949 yılında kurulmuş çok önemli bir yapıdır. Amacı Türkiye’de tiyatro kültürünü geliştirmek ve yaygınlaştırmaktır. Ancak zaman zaman bu tiyatronun memur kafasıyla yapılmasına evrildiği durumlar olmuştur. Herhangi bir işyerine gider gibi, diyelim saat sabah dokuzda işe gidip akşam beşte mesaisi bitip eve dönenler olduğu gibi tiyatrocu da akşam yedide işine gidip gece evine dönen bir memur olmamalıdır bir kere her şeyden önce. Yani devlet tiyatrolarının kuruluş amacını gerçekleştirme heyecanı ve tutkusuyla çalışmalıdır tiyatro insanı. Yukarıda bahsettiğim özelliklere sahip oyuncunun tabii yaşama da değer katması gerekir, aksi takdirde oyunculuk herhangi bir devlet dairesinde sabah dokuz akşam on sekiz çalışan insana dönüşme tehlikesi taşır. Bu nedenle ben Türkiye’de en çok oyun üreten, üstelik geniş kadrolu oyunların özel tiyatroların çok cesaret edemediği oyunların taa eskiden beri sergilendiği devlet tiyatrolarının ürettiğini söyleyebilir; topluma bu önemin, tiyatro kültürünün devlet tiyatrolarında görülmesinin net olduğunu açıklayabilirim. Ancak bu özelliklere sahip devlet tiyatrosunun da biraz önce dediğim gibi kendi sorumluluğunu taşıması gerekir. Bu sorumluluk nedir?

Öncelikle mesela Türkiye’de oyun yazarlarını özendirmektir. Türkiye’de oyun yazarlığının yaşamın her alanında ve oldukça ilginç konuların dramatik kurguyla – dramatikten kastım acıklı değil tabii ki- durumsal anlamda yazılması, sanat düzeyine getirilmesi hatta oyunlarımızın uluslararası alanda oynanması… Şu sıralarda aklıma geldi, Tuncay Cücenoğlu’nun oyunları çok geniş dünya tiyatrolarında oynanıyor, repertuvarlarında yer alıyor. Gerçekten çok mutlu oluyorum. Tuncay Cücenoğlu da gittiği her yerde “sanata evet” diyor. Yerli yabancı bütün oyun çalışmalarının afişlerinde de “sanata evet” logosunun yer almasını sözleşmesine yazdırıyor. Bu anlamda “sanata evet” dünyada da çok önemli bir algı yaratıyor. Demek ki bir kişi bile bunu yapabiliyorsa Türkiye’nin birçok oyun yazarı, oyuncusu ve yaptığı işin sorumluluğunu üstlenip dünyalı insanının, kendi ülkesinin insanının birbirini drama yani durumların rol olarak canlandırılması yoluyla tanıması, anlaması, dinlemesi, kültürel özelliklerinin farkına varması, kendini geliştirmesi, problemleri illa savaşla değil insancıl çözümler arama yaratıcılığının gösterilebilmesi için tiyatro kültürünün geliştirilmesi gerekiyor.

Bireylerin bazen kendi kendine “Kader sen ne çabuk harcadın beni…” dediği gibi şarkıda kaderin kendilerine hep kötü oyun oynadığını söylemelerinin nedeni anlaşılamamış ya da olanaksızlıklardan dolayı geliştirememiş oldukları kişilikleridir. Farkına varamadıkları gelişme isteği ve bu isteklerini gerçekleştirebilecek olanaklara kavuşamamış olmalarıdır. Bu nedenle her insan kendi çocukluğunu, kendi gençliğini hatırlarsa o zaman farkına varamadığı ancak ilerleyen yaşlarında farkına vardığı birçok şey olduğunu anlar. Oysa eğitim, bu zaman dilimini kısaltıp daha erken yaşta farkında olma olanağını kazandırabilir. Bu nedenle ben devlet tiyatrolarının bu saydığım misyonları taşıması gerektiğine inanıyorum. Madem okullarda tiyatro kültürü çok iyi öğretilmiyor, tiyatro kol faaliyetleri özendirilmiyor, amatörlük geliştirilmiyor, amatörlüğe destek verilmiyor, çocuk ve gençlik tiyatroları çok yaygın değil. Yani bunların profesyonel olması gerekmiyor, amatör hâllerinin de geliştirilerek özendirilmesi gerekiyor.

Belediyelerin şu an gelişmekte olan ve beni çok heyecanlandıran tiyatro çalışmalarına, atölyelerine, tiyatro kamplarına destek vermeleri, özen göstermeleri ve onlar için özel binalar yaptırılıp çalışma ve prova salonları tahsis etmeleri gerekir. Yani 50-100 metrekarelik odaları olan binalar yaptırılıp bunların küçük kiralar ve saatlik ücretlerle gençlere verilmeleri gerekir ki onlar da oralarda yapmak istedikleri çalışmalarını yapsınlar, yaratıcı kültürlerini geliştirsinler.
Devlet tiyatroları da toplumun sosyal, kültürel gelişmelerinde öncü rol oynamalıdır. Bu öncülüğün şimdiye kadar saydığımız ve daha saymadığımız birçok konuda gerçekleşmesini de devlet tiyatroları bu çok güçlü yapısıyla kendi bünyesinde zaman zaman atölye çalışmaları açarak, seminerler yaparak, oyun yazarlığını geliştirerek, yarışmalar açarak Türkiye’nin sahnesi olmayan illerine de sahne yaparak oralarda da bunları özendirmesi gerekir. Devlet tiyatrosunun çok iş yapması gerekir, tabii bütün bunları yaparken de son derece kaliteli, seçilmiş, yaşamdan örnekler gösteren oyunlar oynaması, Türk repertuvarını geliştirirken Dünya repertuvarını da ne kadar başarılı oynadığını kanıtlaması gerekir. Devlet tiyatrosu öyle sadece tiyatro yapmakla yükümlü değildir yani. Türkiye’de tiyatro kültürünü geliştirme misyonuyla da yükümlüdür. Bunun için de yapması gereken çok iş var. Oyunlarının sahneye konmasında, oyun yazarlığında, dekorda, kostümde, ışıkta dramaturji denen birimin çalışmalarının ve öneminin dünyaya, Türkiye’ye tanıtılmasında devlet tiyatrolarının… Hatta bence kendi çalışma sisteminin özel tiyatrolarda da gerçekleşmesini sağlamak adına belki bir Türkiye tiyatro yasası çıkmasını, özel tiyatroların da Türkiye’de tiyatro kültürünün geliştirilmesine katkı sağlayacak şekilde özendirilmesi, amatörlerin de özendirilmesi, şenlik ve festivallerin yaygınlaştırılması gibi çalışmalarla örnek olmalıdır.

Hatta sadece örnek olmakla kalmayıp devlet tiyatrosu- özel tiyatro bir rekabet alanı değildir. Devlet tiyatrosu Türkiye’de tiyatro kültürünü geliştirmekle yükümlüyse tabii ki özel tiyatroların gelişmesine de katkıda bulunmalıdır. Gerektiğinde onlara sahne vermelidir, kullanılmayan dekor ve kostümlerden – hem de çok temiz ve işe yarar olanlardan – zaman zaman onların da yararlanmasını sağlamalıdır.

Ve dediğim gibi Türkiye’de tiyatro yasası, iç hizmet çalışmaları, oyunculuk eğitimi, oyunculuk kursları, oyun yazarlığı atölyeleri, dekor-kostüm-ışık atölyeleri açarak ve tiyatronun ne demek olduğunu yaygın bir şekilde topluma tarif edecek festivaller ve festivallerin yanı sıra içinde tiyatroya ilgi duyan, kendini geliştirmek isteyenlerin katılabileceği kurslar açmalıdır. Bu kurslardan mezun olanların tabii ki kalkıp gidip profesyonel tiyatrocu olmaları beklenmeyecek. Onların seyirci olarak yetişmesi bile Türkiye tiyatro kültürü için son derece önem taşımaktadır. Bu yapılar geliştiği zaman Türkiye sanatı ve sanat kültürüyle de dünyada önemli bir gelişmenin lideri olacaktır. Ve bugün içinde olduğumuz çağda da dünyanın böyle gelişmelere çok ihtiyacı var.

Sadece dijital alanda gelişme yetmiyor, insanın gelişmesi ve sosyalleşmesi dijital alanla olan yakınlığı ve uzaklığı, problemleri ya da mutluluklarının yaşama yansımasında tiyatro ve onun anlatım gücüne toplumun çok ihtiyacı var. Devlet tiyatrosu bu anlamda da kaptan gemisi. Onun yapması gereken çok sorumluluğu var ve bu sorumluluklar doğrultusunda planlanması, misyonunu yerine getirmesinde başarılı olabilmesi adına toplumla çok sıcak ilişki kurabilen bir kurum olması gerekiyor.

Son yıllarda özellikle devlet tiyatrolarında yaygınlaşan ışık oyunları ve video, ses destekleri ile ilgili ne düşünüyorsunuz? “Küheylan” oyunundaki ışık gösterileri çok başarılıydı ancak bazı örneklerde bu konuda aşırıya kaçılarak oyunun doğasına zarar verilebiliyor. Sizce bu gibi desteklerin kullanımı nasıl olmalı?

Devlet tiyatrolarında sergilenen oyunlarda kullanılan ışık, tabii ki devlet tiyatrolarının kurumsal özelliği açısından önemli. Çünkü çağımızda teknoloji bu kadar gelişmiş, insanların dijital bağımlılıkları artmışken sahnede de teknolojinin kullanılmasını ihmal etmek doğru bir şey değil ama bunu konuyla bağlantılı bir şekilde yapmak ya da oyunun izleyici üzerinde yaratacağı etkiyi güçlendirici bir unsur haline dönüştürmek lazım.

Işık anlam demektir, konuyu bütünlemek demektir. Işık son derece önemlidir; ışık tasarımı, ışık tasarımcılığı da oldukça önemlidir aynı şekilde ses tasarımcılığı da önemlidir. Bunların devlet tiyatrolarında yerli yerinde kullanılması, bu güçlü kurumun bu alanda da öncü ve örnek olması demektir.

Bizim sahneye koyduğumuz Küheylan oyununda biz dijital teknoloji olarak 3D yani üç boyutlu bir sistem kullandık. Orada Küheylan’ın atının, bu sistem yardımıyla sanki canlıymış gibi görünmesini sağladık. Bu doğrudan doğruya amacına hizmet ediyordu. Bir de Doktor Dysart’ın rüyaları, hayalleri, kabuslarını yine 3D görüntüleriyle gerçekleştirdik. Bu, oyundaki psikiyatrist Doktor Dysard’ın ne kadar önemli bir karakter olduğunu da oyuncuya hissettirdi. Daha önceleri bu oyun sahneye konulduğunda, psikolojik sorunları olan çocuk ve onun atla ilişkisi daha ön planda oluyordu, bu nedenle psikiyatristin varlığı neredeyse fark edilmiyor gibiydi, ilk defa bizim sahneye koyduğumuz Küheylan’da bu fark edildi.

Yani az önce söylediğim gibi, bu tür teknolojiler oyunda kullanılacaksa amaca hizmet etmesi gerekir, ancak sırf laf olsun diye yapılıyorsa çok çirkin, anlamını yitiren yapaylığa dönüşür ki bu fayda yerine zarar getirir yapılan çalışmaya. Bu konuda titiz olmak lazım. “Çağdaş gelişmeler içinde teknoloji bu kadar önemli bir yer kazandı, ben buraya bol bol ışık koyayım.” demek dramatoloji bilmeden, yorum katmadan yapılan bir çalışmadır. Bu da tabii ki saçmadır. Böyle sorduğun için söylüyorum ama bunu yapan yönetmen, ışık tasarımcısı olduğunu düşünmek bile istemiyorum.

“Fahrenheit 451” distopyasının gerçeğe döndüğünü ve itfaiyecilerin kapınıza dayandığını düşünün. Tek bir kitap saklayacak kadar yeriniz var. Hangi kitabı kurtarırdınız?

Tek bir kitap saklayacak olsaydım Umberto Eco’nun Orta Çağ’da sanat düşüncesi ve felsefesini anlatan kitabını saklamak isterdim. Çünkü bugün sanat kavramı konusunda tanım itibariyle çağın gereklerine uygun sözler söylenmiyor ama eser incelemesi alanında çok kitap yazılıyor. Tabii bu kitapların yazılışında o kitabı yazan kişinin görüş ve düşüncesi söz konusu.

Estetik felsefe bizim ülkemizde çok anlaşılmadı, dolayısıyla estetik deyince botoks, dış görünüş falan zannediyor insanlar. Kavramların bu kadar anlaşılmadığı bir ortamda bizim sanat kelimesiyle ortaklaşa iletişim kurmamız da zorlaşıyor. Bu nedenle başa dönmek, yani insanlığın Orta Çağ öncesinde, Orta Çağ’da sanat kavramına nasıl ihtiyaç duyduğunu, buna nasıl önem verdiğini anlatan Umberto Eco’nun bu çalışmasını her okuyuşumda içinde yeni bir şey keşfediyorum. O nedenle, onu kurtarmak isterim.

“Sanata Evet” kapsamında yaptığınız çalışmaları takip ediyoruz. Türkiye’nin eğitim sistemi gerçek anlamda sanat adına bir şeyler yapmak isteyen birçok gencin önünü tıkıyor. Geçim kaygısı ya da çevre baskısı nedeniyle maalesef birçok genç hâyâllerinden vazgeçiyor ve toplumda geçerli, bilindik mesleklere yöneliyor. Sizce gençlerimiz bu koşullarda ne yapmalılar ki idealleri birer hâyâl olarak kalmasın?

Sanata Evet çalışmaları ile bunları anlatmak, açıklamak istiyoruz çünkü sanat kavramı Türkiye’de anlaşılmadı. Anlaşılmadığı için insanlar onu soyut, ulaşılmaz bir şey zannediyorlar. Halbuki sanat insanın organizmasında, biyolojik yapısında var. İlk insanı düşünün: İlk insan bataklığı kurutmayı, ateşi keşfedip yemeği pişirmeyi, mağaradan çıkıp eve taşınmayı gerçekleştirirken hangi bilim dalından yararlanıyordu? E o zamanlar bilim diye bir şey yoktu. Yararlanılan şey akıl ve düşünme gücüydü. O zamanlar insan beyninin yapısı bilinmiyordu tabii ki ama bugün içinde bulunduğumuz yüzyılda insan beyninin sol lobunun sanat, sağ lobunun analitik düşünme ve bunları birleştiren beyinciğin olduğunu biliyoruz.

Yani sanat bizim için sadece resim, heykel, tiyatro, müzik, mimarlıktan ibaret bir şey mi? Oysa sanat her insanın bünyesinde olup da onu keşfettikten sonra kendini geliştirebileceği, yaptığı her işe bu özelliğini taşıyıp yansıtabileceği bir ortak anlayış, düşünme biçimi, tutum, bakış açısı, değerlendirme biçimi, algılama ve anlatma biçiminde olmalı. Yani biz sanatın insanlara neden gerekli olduğunu, sanatın kendi tanımını anlayıp bunu kullanamazsak zaten resim, heykel, müzik, mimarlık ve bunlarla bağdaşık birçok sanat eserini ihtiyaç olarak görmeyiz. Bu eserleri yapan insanlar, bu eserlerden etkilenen insanların sanatsal kimliklerini uyandırmak, bunu açığa çıkarmak için o eserleri üretiyorlar.

Dünyada pek çok önemli iş var, diyelim ki çok önemli bir kalp cerrahı bütün hastalarını iyileştiriyor. Şimdi bu kişi sanat yapmıyor mu? Bu kişi yaptığı işi özenle gerçekleştirdiği, insana değer verdiği için bu başarıyı elde ediyor. Ama sadece resim, heykel, tiyatro, müzik, mimarlıktan ibaret düşündüğümüz zaman, resim yapmak da bir beceri. Kendi kendine resim yapıp resimlerini başkalarına gösterdiği zaman çok ilgi çekmeyen ama resim yapmaya heves eden insanlar var. Bu hevesi ve el becerisi sayesinde, evet, kendini ifade etmeye çalışıyor ama orada eksik kalan belki değerler oluyor. Düşünce biçimi eksikliği oluyor, yorum eksikliği oluyor. Kendi özelliklerini dışa vurma eksikliği oluyor. Dolayısıyla bizim bu düşünce biçiminden elde etmemiz gereken bir şey var: Hangi işi yapıyor olursak olalım, onu sanat olarak, sanat felsefesiyle, sanat özeniyle, düşüncesiyle, inceliğiyle ve estetik felsefenin belirttiği sevme anlayışıyla yapmamız lazım. O zaman zaten yaşamın kendisi sanat olacak.

Ha, resim, heykel, tiyatro, müzik, mimarlıkla ilgilenmek isteyen ve bu alanda eserler üretip toplumla bu eserler aracılığıyla iletişim kurmak, toplumun kendi sanat özelliklerini keşfetmesine katkıda bulunmak isteyen kişilerin de o zaman daha çok önü açılacak. Onların yaptığı çalışmalara daha çok talep duyulacak, çünkü insanlar sanat kavramıyla buluştukları zaman düşünme biçimlerinin gelişeceğini; geliştikçe eksik yanlarını tamamlayabileceğini, kendi kendisini eleştirerek ilerleyebileceğini anlayacaktır ve hangi kaynaklara ulaşabileceğini araştırmaya başlayacaktır. O zaman, gelişmiş bir toplumda iletişim, insan ilişkileri, birbirini dinleme, algılama; iyi, güzel ve doğruyu arama daha önemli unsurlar haline gelecektir. Bu nedenle resim, heykel, tiyatro, müzik, mimarlık, dans, sinema, fotoğraf, spor, siyaset… Ki bunlara daha sonra yemek yapmak da eklenecek; bu alanlarla ilgilenenlerin her yaptığı işi özenle yapması gerekir. Geçiştirmek, yok efendim yaptığı işi laf olsun diye yapmak anlayışı ortadan kalkmalıdır.

Eğer bu anlayış ortadan kalkarsa insanların bu dünyadaki yaşama biçimleri de değişecektir. O zaman da her insan belki de kendi istediği işi yaparak bu yaşamın sanatsallaşmasına katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla, ben şimdi desem ki “Gençler konservatuara gitsin, oyunculuk okusun.” E bir sürü konservatuar açıldı, pek çok insan okullardan mezun oldu. Sanatın her birey tarafından anlaşılarak geliştirilmesi bir ortak felsefe olarak algılanmadığı sürece bu insanların artık iş bulmaları bile çok zor. Dolayısıyla “Sanata Evet” bir ortak anlayış olmalıdır ve içerisinde insanların sanatsal kimliğini geliştirmek, insana önem vermek, insana özen göstermek olmalıdır. Eğer bu anlayış ortaklaşa anlayış haline gelirse o zaman ihtiyaç duyulan resim galerileri, tiyatro salonları, konser salonları artacaktır. Bu alanlarda çalışmak isteyenlere iş imkanı da artacaktır çünkü herhangi bir sıradan işi yapan bu alanların kendisine göndereceği haz ve etkileşimle kendi sanat kimliğini uyandıracaktır, ki biz buna dürtü diyoruz. Bu bir ortak ihtiyaç haline geldiğinde de gelişme tamamlanacaktır. Şu anda gerçekten şartlar çok zor.

Tarihe adını yazdıran isimlerden biriyle bir saat geçirme şansınız olsaydı kimi seçerdiniz ve onunla ne yapmak isterdiniz?

Tarihe ismini yazdıran isimlerden birisiyle konuşma olanağım olsaydı bir saat tabii ki Mustafa Kemal Atatürk ile konuşmak isterdim. Çünkü onun sanat üzerine söylediği sözler o kadar evrensel ki o kadar değerli ki…

Örneğin diyor ki: “Beyler milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, başbakan olabilirsiniz hatta reisicumhur da olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.” derken “Tiyatrocu, ressam, heykeltıraş olamazsınız.”ı kastetmiyor. Bu meslekleri sanat olarak yapamayabilirsiniz endişesini ifade etmiş oluyor. Ama bu sözü maalesef bu şekilde anlamadı toplum. Benim yukarıda yapmış olduğum tarif ile Atatürk’ün tarifini yan yana getirirseniz bu sözcüğün o anlama geldiğini görürsünüz. Yani şu da denebilir:
“Beyler resim yapabilirsiniz, dans edebilirsiniz, şarkı söyleyebilirsiniz ama bunları sanat düzeyinde yapamazsınız” gibi de anlaşılabilir. Çünkü bunları kendiliğinden söylemesi büyük bir yaşama bağlanma isteğidir. Ama bir halk türküsünü söyleyen ozanın söyleşi ile bazen o türküyü seven ve kendisi için söyleyen bir insanın söyleşi aynı olmayabilir. Ama buna rağmen her insanın kendinde sanatı arama tutkusu vardır. Bu sesi yetmese bile türkü söylemeye çalışan bir insanın halinden apaçık anlaşılabir. Dolayısıyla insanları geliştirmeyi yani her yaptığı işi sanat olarak yapmaya özendiren ATATÜRK’ün bu felsefeyi çok iyi anladığını düşünüyorum o zamanlar.

Mesela ATATÜRK’ün bir sözü de şu:
“Ben askerliğin sanat halini severim.” diyor. Ne demek bu yani askerliğiin resim halini mi seviyor, tiyatro halini mi seviyor, müzik halini mi seviyor hayır en az insan zayiatı verilerek yani savaş sanatının gerçekleşmesini öneriyor. Savaş sanatının diyorum bakın M.Ö. kaç yüzyıl önce Çinli bir komutanın da “Savaş Sanatı” diye bir kitabı var o da aynı şeyleri söylüyor ve buradan anlıyorum ki Atatürk de aynı kitabı okumuş. Tabi çok önemli bir söz de şu: “Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarında biri kopmuştur.”

Yani bu müthiş bir tespit çünkü bir toplum eğer sanatı böyle anlamamışsa düşünme biçimini sanatlı hale getirme çabasını göstermiyorsa kendini gündelik yaşamın sıradanlığına terk edip kendine bile değer vermiyorsa o zaman o toplumun kendini geliştirmesi inisiyatif alması sosyal hayatı değerlendirmesi ve gelişmesine katkıda bulunması mümkün olamaz. Sürekli birtakım hatalar yapar çünkü sanat felsefesi sorumluluğu ile bakmıyordur hayata öyle bir vizyonu yoktur öyle bir vizyonu olmayınca da görevini de misyonunu da yerine getirmekte zorlanır.

O zaman “Sanatsız kalmış bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuştur.” dediğimizde çok önemli bir eksiğin farkına varmamız gerekiyor ve bu eksik tamamlanırsa da toplumun kendini geliştirme konusunda ortak bir anlayışa sahip olacağını anlamamız gerekiyor bu sözlerin sahibi Mustafa Kemal Atatürk çok önemli bir dahi, hayatın her alanında insan verdiği önem ve insanın gelişmesi ile ilgili görüşler belirtirken sanat kavramının da değerini bence net açıklıyor. Yani imkanım olsa onunla bir saat konuşmak hatta bunları taa o zamanlar nasıl keşfetti nasıl bu cümleleri kurdu neler düşündü hayata dair eğer bu dedikleri gerçekleşmiş olsaydı insan yaşamının gelişmesi nasıl olurdu gibi onun düşüncelerini almak, dinlemek ve bunlardan kendime ders çıkarmak isterdim.

Bu sektöre girmek isteyen gençlerimiz adına soruyoruz. Onları neler bekliyor? Ya da onlar bu sektörden ne beklememeliler?

Bu sektöre girmek isteyen gençlere kendini geliştirme önerisinde bulunuyorum. Çünkü onları çok zorluklar bekleyecek, bu zorlukların içerisinde sıradan bir şekilde bir iş kolunda iş arayan adam durumuna düşerlerse fark edilmezler.

Yukarıda anlattığım düşünce ile kendilerini geliştirmeye çalışırlarsa oyunculuk icrayı yani oynamayı gerçekleştirmek özgüvenini elde etmenin yanı sıra bu gerçekleştirmeyi en başarılı bir şekilde yapabilmek için kişisel gelişmeyi gerçekleştirmek gerekir. Yani iyi oyuncu kendini iyi geliştirmiş bir insan olarak düşünülmelidir. Bu nedenle iyi oyuncu olmak isteyen insanların tiyatro alanından söz ediyorum tabi diğer alanlar için de geçerli kendini geliştirmesi lazım yaptığı işi özenle yapmalı ve bunun da fark edildiğini gördükçe kendini daha iyi geliştirmek ve kendi eksiklerini bilmek kendi kendinin farkına varmış olması gerekir kendini eleştirebilmesi gerekir.

Bunları yapan oyuncu zaten sürekli bir gelişim içerisinde olacağı için belli bir zaman diliminde elde ettiği bir çalışma ya da dışarıya vurduğu bir çalışmasını gösterme fırsatı bulduğunda fark edilecektir. Fark edildiği zaman onum ayrıcalığı onun farkı onu ayrı geliştirecektir. Ama hiç bir şey yapmadan bir kenarda oturup keşfedilmeyi bekleyen insan maalesef büyük zorluklar yaşayacaktır. Gerçi onların da istihdam edilebilmesini sağlayacak koşulların el ideali tabii ama o şartların oluşması da bu talebin ve kültürün ortak bir kültür haline gelmesi ve insanların içinde bulunduğumuz yüzyılda sosyal gelişmelerini diğer tüm alanlarda olduğu gibi çok önemli olduğunu ve fark edilmesi ile mümkün olacaktır. Çünkü teknoloji gelişiyor, sosyal medya gelişiyor ama insanın gelişmesine dair bunlarla ilgili paralel hiçbir önlem alınmıyor. O zaman zaten ayakta bir dengesizlik ve saçmalık söz konusu olacaktır diye düşünüyorum bunun da maalesef insanlar sıkıntısını çekiyor, kurbanı oluyor.

Tarih akışı içerisinde önce tiyatronun yerini sinema, sonra onun yerini televizyon aldı. En nihayetinde tüm bunlar büyük çoğunlukla yerini internet ve sosyal medyaya bıraktı. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bir hata yapıldıysa nerede yapıldı ve nasıl düzeltilebilir?

Tiyatronun yerini sinema almadı bence ama bütün sanatların özünde drama, durum var yani resim, heykel, tiyatro, müzik, mimarlığın falan her şeyin özünde drama var, durum var. Biz dram kelimesini baştan beri acıklı zannettiğimiz için sanatların ifadesinin durum üzerine kurulacağını da anlayamadık. Durumun sosyal yaşamımızdaki önemini kestiremedik, ona çok değer vermedik gibi geliyor bana.

On üçüncü yüzyılda sanat öz sanat dalları olarak çünkü sanat bir düşünme biçimi olarak algılandığı için şunlar vardı: Matematik, geometri, retorik, mantık, astronomi, müzik ve gramer. Mesela bugün sanat dalı gibi görünen – UNESCO’nun altı ana sanat dalı diye tespit ettiği- resim, tiyatro, müzik, mimarlık, edebiyat ve dansa bizim yetmişli yıllarda UNESCO sinemayı ilk defa ekledi yedinci sanat diye. Biz o zamanlar çok kızmıştık yedinci sanata yani hani tüfek icat oldu mertlik bozuldu gibi bir kafayla. Bizim bu kadar özenle ve tamamen insan malzemesine dayalı olarak yaptığımız işlerin teknolojiyle buluşmasını eleştirmiştik ama sonra yedinci sanat diye sinemayı kabul ettik değil mi? Ondan sonra ne geldi sırada? Arkasından fotoğraf geldi, yedi oldu sekiz. Şimdi spor da sanat dalı olarak kabul ediliyor, oldu dokuz. Yakında yemek pişirme de kabul edilecek bence ve on olacak. On, on bir, on iki, on üç… bu gidecek. Demek ki on üçüncü yüzyılda sanatın bir düşünme biçimi olarak algılanmasını kanıtlıyor o zamanki yedi öz dedikleri şey. Çünkü siz o öz yediyi anlayıp kendinizi geliştirebiliyorsanız o zaman sanat felsefesini ve düşüncesini geliştirmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla bugün internetin, sosyal medyanın, bilgisayar teknolojilerinin gelişmeleri bizi ürkütmesin.

Örneğin televizyonun evlere girmesinin belki de kendilerini keşfetme yolunda insanlara bazı katkıları oldu. Sinema, çeşitli alanlarda sokakta gerçek meydanda gerçek mekânlarda gerçekleştirilen bir işe dönüştü ama kökündeki dramatik özellik hep aynı. Tiyatro da devam ediyor ama tabii bütün bunların çağın gereklerine uyması lazım. Mesela bu çağda insanlar sosyal bir gelişmeyi, kimliklerinin sosyal anlamda değer bulmasını istiyorlar. Çünkü dijitalleşmenin yanında insanların sosyalleşmesi sıkıntı yaratmaya başladı. İnsanlar birbirlerine temas edemez hâle gelmeye başladılar ve bütün korkulan şey insanın kendisinde olmaya başladı yani sanki insan kendi kendisini robotlaştırmaya başladı. O hâlde insanın bundan kurtulmanın çarelerini bulması lazım. Aksi takdirde insan hayatının da hiçbir değeri kalmıyor insanlar birbirlerini sanki böcekleri öldürür gibi öldürmeye başlıyor. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemde insanların multi disiplini yani disiplinler arası buluşmalar yaparak sanat kavramını yaşamın her alanında kullanma düşüncesini ve yaratıcılığını geliştirmeleri gerekiyor.

Yani sanat izleyicilerin pasif olarak talep ettikleri bir konu olmaktan çıkıp izleyicilerin de aktif olarak kendilerini keşfedebilecekleri ve kendilerinde yaşatabilecekleri bir olguya dönüşmelidir. Bunu dönüştürmeyi sağlayacak buluşlar yapılması gerekiyor bu alanda. Bu buluşların, bu yorumların yapılabildiği bir çağdayız. Bu arayışların içerisinde bulunmalıyız diye düşünüyorum.

Eğer bir hata yapıldıysa bu konuda, insanın yaşamının sosyalleşmesinin yeterince önemsenmemesi hatadır. Ve bu hatanın üstesinden gelmek için yaratıcı düşünceler, mekânlar, olanaklar, sistemler kurmamış olmak hatadır. Bu hata bizi bugün içinde bulunduğumuz sıkıntılara, travmalara, kişiliklerimizdeki çatışmalara yöneltiyor. Halbuki insan bu çatışmalardan kurtulsa çok daha üretken olacak, çok daha yaratıcı olacak. Ve birbirine çok daha fazla ilgi gösterecek, saygı gösterecek, yaşamı sevme doğrultusunda insanların birbirleriyle iletişimi çok daha farklı bir boyutta olacak. Ama bu olanaklar yaratılmadığı sürece insan mutsuz olur çünkü her insan başta da söylediğim gibi sanat özelliklerine sahip olduğu için bu özelliklerini geliştiremeyen insan hırçınlaşıyor, kimsenin onu anlamadığını düşünüyor, mutsuz oluyor. Yaratıcı düşüncelerini ortaya dökemiyor; çeşitli vesilelerle bir şeyler yapmak, bir şeyler söylemek istiyor ama ciddiye alınmıyor. Bu onları mutsuz ediyor. Dolayısıyla bu anlamda hata yapıldıysa temel hata burada işte. Bu düşüncenin gelişmesini sağlayacak bir sistemler bütünü oluşturulmamış olması.

17 yaşınızla karşılıklı oturttuk diyelim sizi. Ona ne söylemek isterdiniz? 🙂

On yedi yaşımla karşılıklı otursam bu anlattıklarımı kendime anlatmaya çalışırdım. Bu bilinçle hayata bakmasını sağlamaya çalışırdım. Çünkü çocukluğumuzda o kadar çok hata yaptığımızı düşünüyorum ki bugün. Ve kimse bize sanki işin sırrı hani eksik olan dedik ya yukarıda, eksik olanın sanat anlayışı, sanat felsefesi, onun özeni, onun titizliği, onun insanda yarattığı mutluluğu anlatmamış olması… Ben bugün bunları kendi kişisel gayretlerimle çözüp belli bir noktaya geldiğimde,yaşamımda da bunları kullanıyorum. Ve kendi kendimi yönetirken bu düşünceden çok yararlanıyorum.

Sanatı bir tür kılavuz olarak görüyorum. Yani bunu neden böyle gördüğümü yukarıdaki anlattıklarımın hepsini yan yana getirirseniz karşılaştırmalı olarak anlayabilirsiniz. Ama ben on yedi yaşımda olsam ve bugünkü kafada olsam galiba çok çok farklı şeyler yapabilirdim. Yani kapasitemi çok daha üretken, çok daha yaratıcı, çok daha insanlarla buluşturucu şeyler düşünebilirdim diyorum. Hâlâ her dakika bir sürü şey düşünüyorum. Hâlâ bugün dünyada yaşanan bir sürü problemi kendi derdim olarak görüp,onları düşünüyorum. Ama insan çocukluğunda hiçbir şeyin farkına varmıyor. Yani kuyruğa girmeyi bile akıl edemediğimiz yıllar vardı değil mi? Arkadaş arkadaşı kırmayı dünyanın en normal şeyi zannediyordu. Yani farkında olmadan yaptığımız bir sürü hata vardı. Şimdi yaşaya yaşaya tecrübe kazanıyoruz ve bir şeyler öğreniyoruz. Tabii bunun bir diliminde ben kişiliğimi geliştirmek gerektiğini fark ettiğim zaman kaybettiğim zamanı telafi etmeye çalıştım.

Ama insanların illa yaşaya yaşaya öğrenmesi gerekmiyor. Yaşamış olanların düşüncelerinden yararlanarak kendi gençliklerinde de kendilerini daha aktif hâle getirebilecek şeyleri öğrenip hayata uygulayabilmesi gerekiyor. Onun için öyle bir şey olsaydı çok hoşuma giderdi herhalde. Ve on yedi yaşında bu kafayla yeniden hayata başlamak… Dünyaya daha çok katkıda bulunurdum diye düşünüyorum.

Son filminiz “Çiçero” izleyenleri büyüledi. Gerçek yaşamdan esinlenilerek oluşturulmuş hikâyeyi ilk okuduğunuzda ne hissettiniz?

Çiçero, benim için de çok önemli bir film. Çünkü Türk sinemasında bu tarzda yani tarihle insanı buluşturacak dönem filmleri bu ustalıkta pek yapılamadı. Bu anlamda Çicero, kendi türünün bugüne kadar Türk sinemasında yapılmış en başarılı örneği. Bir kere böyle bir örneğin başarılmasını büyük bir coşkuyla karşılıyorum. Bunun bu ülkenin insanı olarak, bu ülkenin sanat yaşantısının, sanat düşüncesinin gelişmesini özlemle isteyen bir insan olarak bunun çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Yani Çiçero’yu sadece yapılmış, bitmiş, “Aman ne güzel yapılmış bir iş.” olarak değerlendirmeyi değil; Çiçero’nun neden bugüne kadar bu ülkede yapılamadığını sorgulamayı tercih ediyorum. Bugün bunu yapmayı – çok daha ticari filmler yapılabilirdi değil mi?- ve yapım şirketinin, yönetmenin, oyuncularının bu filme inanarak onun dünyalı bir sinema örneği olarak ortaya çıkmasını sağlamasını son derece önemli bir örnek, bir yol gösterici olarak görüyorum.

Ve bu filmde yer almaktan gerçekten çok mutlu oldum. Türk sinemasının bu tarz filmler yapmaya gerçekten çok ihtiyacı var çünkü Anadolu kültürü, Anadolu toprakları bu tarz filmler yazmaya olanak tanıyacak çok sayıda senaryo çıkarabilir. Ve bu senaryoların bu mükemmellikte gerçekleştirilmesinin dünya sinemasına da dünya insanına da büyük katkıları olur.

Son olarak sevenlerinize iletmemizi istediğiniz bir mesaj ya da eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Her insanın, buna kendileri de dâhil, sanat özelliği olduğunu anlasınlar. Kafalarında bir şimşek çaksın ve anlasınlar. Ondan sonra da desinler ki: “Ben kendimi nasıl geliştirebilirim? Hayata nasıl daha özenli yaklaşabilirim? Benim ne marifetlerim var, ne düşünebiliyorum, kafam nasıl çalışıyor? Kendimi nasıl eleştirebilirim?”
Başarılı olmuş insanların başarı sırları nelerdir, onları nasıl öğrenebilirim? Diye çalışsınlar. Yaşamın estetik değerini anlamaya çalışsınlar. Estetik botoks ya da dış görünüş demek değildir; estetik yaşam felsefesidir, düşünme becerisidir. Bunu gerçekleştirmelerini bu kuşaktan talep ediyorum ve korkmasınlar. Düşüncelerini gerçekleştirmeye, hâyâllerinin peşinden koşmaya devam etsinler.

Bu çağın insanı, kendisinden çok şey beklenen insan. Bunun farkına varsınlar ve kendilerinden beklenenleri yerine getirmek için neler yapabileceklerini bir problem gibi ele alsınlar. Birçok sorun yaşanıyor şu an çağımızda. “Bu sorunlara sanatçı kafasıyla, sanatcı gibi düşünerek nasıl çözümler üretebilirim?” gibi, sanki bir matematik problemi çözüyormuşçasına kafa patlatmalarını öneririm. Bunu yapan insanların yaratıcılıkları diri kalacaktır, sürekli gelişecektir. O zaman bunu isterlerse tiyatroda kullanırlar, isterlerse mühendislikte, tıpta kullanırlar ama hangi işi yapıyorlarsa o işte yaratıcı olurlar ve hayata artı değer katıcı özellikleri olur. O zaman kendileri de mutlu olur, başkaları da mutlu olur.

Yani son söz olarak “Sanata Evet!” diyorum.

Her zaman, her yerde, her koşulda SANATA EVET! Daha da güzel günler bizimle olsun 🌻

Tamer Hoca’ya teşekkürlerimle…

Sevgiyle kalın!..