Siyah Beyaz Bir Aşk Hikayesi: Cihan ve Alya

Siyah Beyaz Bir Aşk Hikayesi: Cihan ve Alya

“(…) Ve aşk öyle haindir ki; Nerde imkansız varsa gider onu sever.” sözüyle resmen onları tarif etmiştir Özdemir Asaf. Biri siyah, biri beyaz… Biri doğu, biri batı… Bir gök, biri yeryüzü… Bana kalırsa, onlar bir araya muhakkak gelmesi gereken ama aynı zamanda birbirlerinden delicesine kaçması gereken bir ikiliydi. Tanıştırayım: Alya Albora & Cihan Albora…

Kanada’dan hiç bilmediği uzak bir şehre oğluyla birlikte mecburi bir iniş yapan Alya… Albora’sının tam ortasında, kendisine yabancı bir çift gözle kesişen Cihan… “Merhaba, ben Cihan Albora.” Onların hikâyesinin ilk kısmı işte tam olarak burada başladı. “Nihayet müsait olabildiniz?” Daha oracıkta başladılar atışmaya. Buradan sonra da hiç bitmedi zaten…

İkisinin elinde de epey bir süre hem bir kalkan oldu hem de bir bıçak tabiri caizse… Sonuçta ikisi de birbirinin yabancısıydı ve ne yazık ki birbirlerinin dilini bilmiyorlardı. Fakat biri vardı ki, söz konusu o olduğunda ikisinin de dili hiç şüphesiz ortaktı. Cihan Deniz Albora…

İkisinin de gözünün bebeğiydi o. Sadece biri için adı Cihan’dı, biri için de Deniz… Ki Sadakat Albora gibi bir gerçek olmasa belki de uzlaşamadıkları tek şey bu olacaktı. Fakat Sadakat Albora’nın “Torunum bir Albora olarak bu topraklarda büyüyecektir.” çıkışıyla Alya kendisini bambaşka bir keşmekeşin ortasında buldu.

Üstelik bu keşmekeşte ona ve oğluna yardım eli uzatabilecek biri de yoktu. Belki bir umut Cihan’dan bir yardım eli bekledi içten içe ama maalesef onu da bulamadı. O yüzden iyi bir anne olarak ne yapması gerekirse yaptı.

Öncelikle, tüm Albora’yı karşısına aldı. Sonra defalarca kaçma girişinde bulundu ama her defasında oğlundan biraz daha koparılarak o konağa geri döndü. Gün geldi, o konaktan da kovuldu. Oğlunun kokusundan uzakta delirmenin eşiğine geldi. Ama yine de pes etmedi. Oğlunu görmek için her şeyi yaptı. Vuruldu, savruldu, yıktı…

Ama işte bir noktada o kadar yorgun düştü ki, oğlu için bu uzak şehirde de kalmayı kabul etti. Bunun yanında Cihan Albora da kocası oldu. Bu durum zaten başlı başına zor iken, bir de kaybettiği eski kocasının kendisini ve oğlunu Cihan’a emanet ettiğini çok acı bir şekilde öğrendi. “Alya’yla evlen Cihan!” İşte bu cümle Alya’nın bir yaprak misali oradan oraya son savruluşuydu. Bir daha kimseye güvenmeyecekti ve bir daha kalbini bir başkasının merhametine bırakmayacaktı. Sadece oğlunu sevecekti ve kendisine kapan olan bu topraklara oğlu için katlanacaktı.

Cihan’da da durumlar hiç iç açıcı değildi. Omuzlarına yüklenmiş tonca ağırlık yokmuşçasına bir de kara toprak olan ağabeyi bir yük yüklemişti. Ama burada bir parantez açmak gerekir ki, Alya’yla Cihan onun seve seve taşıdığı bir yük olmuştu omuzlarında. Bir gün olsun bu yüke karşı “Ah!” dememiştir.

Aksine onları kalbinin en korunaklı noktasına saklamış, onları korumak için çok savaşmıştır. En çok da bu savaşı kendisine karşı vermiştir. Çünkü onların canını yakan yedikat bir yabancı değildi, bizzat onu doğuran annesiydi. Ve Cihan, bu hayatta en çok annesine karşı kaybetmişti. İlk kaybedişi de daha beş yaşında iken mayın tarlasıyla tanışması olmalıydı. Belki de o yüzdendi bu derin suskunluğu… Bilmiyorum. Bu konuda tek bildiğim, onun, annesine karşı mücadelesindeki gardı her şeye rağmen suskunluğuydu.

Fakat hayatına dahil olan o iki kişi onun tüm savunmasını yerle bir etmişti. Onu bambaşka gerçeklerle yüzleştirmişti. Artık sesi hiç olmadığından daha çok çıkmalıydı. Tıpkı Alya’nın oğlu için çıkan çelikten de güçlü sesi gibi…

Keşke, Cihan’ın cephesinde her şey sadece bu kadarla kalsaydı! Kalbinde evvelden kalma bir aşkın tortusu vardı ve bu tortu kalbini o kadar aşındırmıştı ki; önünü arkasını düşünmeden, öylece kendini aslında hiç atmaması gereken bir cehenneme atmış; annesinin prangaları yetmezmişçesine bir de annesinden hallice olan başka kadının bir prangasına boyun eğmişti. Ama o kadının da bir pranga oluşunu, hatta o kadına da ne olursa olsun bir haksızlık yaptığını Alya sayesinde fark etmişti.

Alya, Cihan’ın bildiği tüm doğrularını ters yüz etmişti ve yıllardır annesinden başka hiç kimseye kaybetmeyen Cihan Albora’nın bu kaybedişleri tüm suskunluğunu çözmüştü. O yüzden de kimseye konuşmadığı kadar çok Alya’yla konuşmuş, onu biraz daha iyi tanımak için onunla atışmaya devam etmiştir. Çünkü Alya, en çok öfkelendiğinde kendini açıyordu.

“Aşktı o! Değiştiren tüm gecelerimi
Aşktı o! Beni durup yenileyen
Oydu, duygulu yapan hoyrat ellerimi
Oydu, dolu dizgin gidişime dur diyen…”

Ümit Yaşar Oğuzcan

Kısacası ikisi de zaman içinde birbirlerini yavaş yavaş tanımaya başladılar. Birbirlerinin dünyalarına dair tanıklık edip keşifte bulundular. Birbirlerini en çok da kapılarını kapattıktan sonraki zaman diliminde, odalarında gözlemlendiler.

Bazen sohbet ettiler tatlı tatlı ama en çok birbirlerini bulmak için tartıştılar uzun uzun. O tartışmalar sırasında birbirlerinden bir an olsun kopmayan gözleri ise, onların en güzel felaketi oldu. “Benimle evlenirsen, felaketin olurum senin!” Ondan sonrası da her aşkta olduğu gibi türlü tufan türlü sınav işte… Şükür ki, bugünlere kadar geldiler.

“Uzaktan seviyorum seni!

Kokunu alamadan, boynuna sarılamadan.

Yüzüne dokunamadan…

Sadece seviyorum!”

Bugünlere geldiler diyorum da nasıl yan yana ama yana yana geldiler be! Onların dünden bugüne kadarki hikâyelerini en güzel Cemal Süreya’nın bu dizeleri yansıtıyordu hiç şüphesiz. Mesela sarılmak hakkı olsa, sarmaktan hiç çekinmeyecek olan Cihan her gece Alya’ya sarılırdı üşümesin diye. Ama işte, kendisinin kolları yerine üşenmeden her gece Alya’nın üstünü battaniye ile örttü.

Cihan’la karşılıklı oturup güzelce iki kelam etmek mümkün olsa, hiç sesini çıkarmadan onu dinlerdi Alya. Hem de saatlerce… Ama işte… Bundan sebep defalarca ona sataştı, sesini duymak için ise bazen hiç olmadık konular bile açtı. Ya birbirlerine bakmak suç olmasa? Ya da birbirlerine dokunmak, kalplerinde ağır bir külfete neden olmayacağını bilseler, hiç kaçarlar mıydı odanın birer ucuna?

Hatta birbirlerine öylesine seviyorum diyebilmek kolay olsaydı, Deniz üzerinden değil doğrudan birbirlerine kurarlardı bu cümleyi ve türevlerini. Ah! Kısacası onlar benim nezdimde bu sezonun en güzel çifti olmuştur tüm yaşadıklarıyla birlikte. Ve bugün Uzak Şehir, bir ütopya ise; Alya’yla Cihan da bu ütopyunun en güzel şeyi, hatta bel kemiğiydi.

Çünkü onlar tüm zıtlıklara ve tüm olmazlara rağmen bir bütün olabilmenin temsiliydi. Hikâyeleri ise; acıdan doğan, mecburiyetlerle sarmalanan ama aynı zamanda karayla denizin birbirlerine çekilişi gibi kusursuz bir uyumun can bulmuş bir hâliydi ve yine bu hikâyenin vadedilmeyen gül bahçelerine rağmen sonu mutlu bir sonsuzluktu.

Artık Alya’nın olduğu her yer Cihan’a nefes iken, Cihan’ın olduğu her yer de, Alya’ya yuvaydı. Onların hikâyelerinin pusulası ise, Alya’nın boynundaki Anka kuşu kolyesi ve o kolyenin içindeki oğullarının resmiydi. Çünkü Cihan Deniz Albora, bu hikâyenin hem sonu hem de sonsuzluğu olabilecek tek güçtü…

“Muazzam bir ihtimalsin.

Gökyüzüne dokunmak gibi.

Tüm maviliklerin sahibi olmak gibi…

Hani nasıl desem’ mutlu olmak gibi.”

Cahit Zarifoğlu

Umarım sizdeki Cihan’la Alya’ya bir nebze dokunabilmişimdir… Bakalım sezon finalinde neler olacak? Haklı çıkacak mıyız? Bir kutu peçete ve büyük bir heyecanla pazartesi akşamı sezon finalinde görüşmek üzere… Sevgiler ❤️

dipnot: Uzak Şehir dünyasını kuran, yöneten, oynayan tüm herkesin emeğine sağlık! Özellikle de Cihan’la Alya’ya hayat veren Sevgili Ozan Akbaba ve Sinem Ünsal’ın… 🧿

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Korunan İçerik!