tds_thumb_td_300x0
Distopik Bir Dünyada Modern Toplum Eleştirisi: The Lobster

Dogtooth (2009) filmiyle adını tüm dünyaya duyuran Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos ‘’The Lobster’’ filmiyle izleyiciye ”gözetim olgusu” üzerine distopik bir dünyanın kapılarını aralıyor. Ülkesi dışında çektiği ilk film özelliğini taşıyan The Lobster, 2015 Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülünün sahibi olmuştu. Gösterildiği festivallerde büyük bir ilgi gören The Lobster’ın başrollerini Colin Farrell, Rachel Weisz, Ben Whishaw ve Lea Seydoux gibi ünlü isimler paylaşıyor. Senaryosunu da Yorgos Lanthimos’un yazdığı film, modern dünyanın yarattığı toplum kurallarına karşı çıkıyor. Lanthimos, Lobster’da modernizm ve iktidar eleştirisini; kadın-erkek ilişkileri üzerinden yola çıkıp insani ilişkileri irdeleyerek izleyiciye yansıtıyor. Yaratılan distopik dünyada toplum kurallarına karşı yapılan eleştiri ironi ve mizah ile harmanlanarak izleyiciye sunuluyor.

Film bekar kalmanın yasak olduğu ve yalnız kalan insanın bir otelde kırk beş gün içinde kendisiyle uyum kurabilecek bir eş bulamazsa seçtiği bir hayvana dönüştürüleceği bir toplumda geçiyor. Film absürt bir distopyada geçiyor gibi gözükse de gerçeklikten ve gerçekliğin temsilinden izler taşıyor. Film boyunca toplum tarafından kabul edilmiş evlilik düzeni, insanlara dayatılan aile kurumunun yüceltilmesi ve evliliğin toplumun çizdiği normlara göre düzenlenmesi eleştirisi yapılıyor. Filme göre, bekar kalan bir insan ormandaki bir hayvandan farksız değildir. Yalnız kalmak bir suçtur. Lanthimos yarattığı dünyayı, Otel, Orman ve Şehir olarak üç mekâna bölüyor. Filmi de üç ayrı bölümde inceleyebiliriz. (Yazının buradan sonraki bölümü spoiler içermektedir)

OTEL

Filmin ilk bölümünde partneri ölen, terkedilen, hiç partneri olmayan her birey bir otele yerleşip orada 45 gün boyunca eş bulmak zorundadır. Otelde farklı kurallar uygulanmaktadır. Bu kurallara uymayan ve başarısız olanlar bir hayvana dönüştürülmektedir. Ana karakterimiz David bu otelin bir ziyaretçisidir. Otele girerken de yanında abisi yani köpeğiyle beraber girmiştir. Abisinin partneri yoktur ve köpek olmayı seçmiştir. Otelin belirlediği düzenin dışına çıkan ziyaretçiler ağır cezalara çarptırılmaktadır. Politikalar ve yasalar otelde üretilmektedir. Otel içerisindeki sistemin George Orwell’in 1984 kitabındaki düzene benzediğini görebiliriz. Otelde yapılması gereken her şey belli saat dilimlerine bölünmüştür ve o saatlerde yapılmaktadır. Konuklar oluşturulan tekdüzelik sonucunda mekanikleşmiş ve duygusuzlaşmıştır. Oteldeki ziyaretçiler içlerinde bulundukları durumu sorgulamıyor. Bu durum da modern insanın toplumsal normları sorgulamadan kabul edip uygulamasını anlatıyor. David, otelde ayakkabı numarası olarak 44,5 seçtiğinde, 44 ya da 45 seçmesi gerektiği, buçuklu sayıların olmadığı söylenir. Otelde her şey siyah ya da beyazdır, farklılıklara yer yoktur. Buradan da toplumun bireyleri tektipleştirdiği gibi, oteldekilerin de konukları tektipleştirdiğini görüyoruz.

Lanthimos, modern dünyadaki normları metorofik bir biçimde oteldeki kuralların içerisine iliştirmiştir. Örneğin; otelde kendisine uygun eşi seçen bireyler arasında bir sorun çıkarsa bu çiftlere çocuk verilmektedir. Gerçek toplumda da çocuk yapmanın evliliği kurtardığını savunan bir fikir mevcuttur. Düzenlenen çeşitli etkinlik ve uygulamalarla çift olmanın önemi sık sık vurgulanıyor. Çift olmak için ise uyumlu olmak en önemli özelliktir. Çiftlerin ortak özellikleri ve hobileri keskin sınırları olan bir yasaya dönüştürülmüştür. Bir hayvana dönüşmemek için karşısındaki kişiyle ortak özelliği varmış gibi davranan insanlar mevcuttur. Örneğin oteldeki bir konuk, burnu kanayan bir kadın ile çift olabilmek için kendi burnunu kanatır. Bu da günümüz ilişki yapısını ortaya koymaktadır.

Otorite – Özgürlük İlişkisi

İnsan iradesini devlet aygıtına bırakır. Devlet onun yerine içinde bulunduğu kurumu ve yaşam biçimini düzenleyip denetler. Filmde mekan olarak tasvirlenen oteli, devlet olarak konumlandırabiliriz. İçindeki konuklar da otel sahipleri tarafından denetlenmektedir. Orwell’in 1984 kitabındaki gözeten ve denetleyen ”Big Brother” benzetmesi yapılabilir. Gözetim olgusu, önemli bir denetim türü olarak insanlık tarihinde yer almaktadır. Olgu ilk olarak Bentham’ın panoptikon modeli ile ele alınmış, Foucault’un çalışmaları ile kavramsallaşmıştır. Foucault’a göre iktidar toplumun her alanında hatta bireyin bedeni üzerinde bile gözetim ve denetim mekanizması haline gelmiştir. İlişkilerin merkezinde dahi yer alan iktidar, toplumu düzenlemektedir. Gözetim olgusuna göre bireyler doğumdan ölüme kadar yaşamın her alanında denetlenmektedir. Bireyin toplumda uyması gereken kurallar belirlenmiştir. Bu olgu ise doğrudan ya da dolaylı şekilde iktidar ile ilişkilendirilmektedir. İktidarlar “Görülebilen her şey denetlenebilir” ilkesinden yola çıkarak güçlerini kullanmaktadır.

Filmde de iktidarın temsilleri ve toplumsal normlar ile sık sık karşılaşıyoruz. Örneğin; otelde insanlara özgür davranabilecekleri iki tane hak verilmektedir. Birincisi eğer yalnız kalmayı seçerlerse dönüşecekleri hayvanı seçebilmektedirler. Ana karakterimiz David, dönüşeceği hayvan olarak Istakoz seçmiştir. İkinci hak ise eğer ormandaki yalnız insanları avlayıp öldürürlerse otelde bir gün daha fazla konaklayabilirler. Otel bu şekilde yalnız yaşayanların sayısını azaltmaktadır. Otoriteyi korumak için her tür yaptırım uygulanabilir. Bireyler ise, toplumdan dışlanma korkusu ile özgürlüklerinden vazgeçmektedir. David’in kendine hayvan olarak ıstakoz seçmesinin sebebi ise; karakterin deyimiyle ”ıstakoz uzun yaşar ve aristokrattır.” Ayrıca sistemin dışına çıktığında hayvana dönüşüm Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabını çağrıştırmaktadır.

Gregor Samsa bir gün uyandığında kendini böcek olarak bulmuştur. Kitapta Kafka şöyle söylemektedir: ”Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.” Birey toplum içerisinde özgür değildir. Lobster’daki oteli de büyük bir hapishane olarak tasvir edebiliriz.

ORMAN

Otelin dayattığı düzenden kaçan yalnızlar ise ormanda yaşamaktadır. Filmde ikinci bölüm David’in otelden kaçıp kendisi gibi yalnızlardan oluşan bir topluluğun içine girmesi ile başlar. Sistemin aslında karşısında gibi görünen ve ona muhalif olarak yaratılan sistemin de aslında öteki sistemden farklı olmadığını görüyoruz. Ormanda geçen bir sahnede ormandaki liderin tasma takıp yürüttüğü domuz gösteriliyor.

Ardından anlatıcı; “Bazı cezalar diğerlerinden daha kötüdür.” diyor. Bu replik ve ormanda kurulan yeni düzen akıllara George Orwell‘ın romanı Hayvan Çiftliği’ni getirebilir. Çünkü Orwell de kitapta düzenin değil düzenin başındakilerin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Ormandaki lider konumunda bulunan kadın bir süre sonra diktatörleşmektedir. Ormandaki topluluk da çeşitli kurallar ve cezalar belirlemiştir. Örneğin; duygusal ve cinsel ilişki yaşamak yasaktır. Tek bir müzik vardır ve yalnız dans edilir. Lanthimos bu sahnelerde ise bireyciliği işlemektedir. Baskıdan ve otoriteden kaçan insanlar kendilerini burada da bunlara yakın bir düzenin içerisinde bulur. David, ormanda kendisi gibi miyop bir kadını bulur ve aralarında bir ilişki başlar. Karakterler, iktidarın dilini reddederek kendi dillerini oluşturmaya çalışırlar. İlişkiyi açığa çıkarmamak için özel bir beden dili üretirler. Farklı şarkıları senkronize edip dans ederler.

ŞEHİR

Kadın karakter ile David’in ilişkisi ortaya çıktığında, kadın kör edilerek cezalandırılır. Yalnız yaşamak için ormana gelen David, biriyle uyumlu olabileceğini görünce eş adayıyla birlikte toplumsal hayata karışmak için ormandan şehre kaçar. Şehirdeki denetim organı ise polislerdir. Filmin finalinde ise David elinde bir bıçağı gözüne doğru tutmaktadır. Filmin finali ise belirsizdir, izleyiciye bırakılır.

Filmde zaman ve mekan konusunda net bilgiler verilmiyor. Otel, orman ve şehrin nerede olduğu izleyiciye gösterilmiyor. Her ne kadar distopik olarak gözükse de Lobster’da tasvir edilen yaşam biçimi günümüze çok yakın olabilir. Ayrıca aile kurumu evrenseldir. Filmde yaratılan dünya ile Türkiye’de de Amerika’da da karşılaşabiliriz.

Lanthimos genel olarak önceki filmlerinde sabit geniş planlarıyla oluşturduğu tarzını bu filmde de devam ettirmiş. Fakat Lobster’da diğer filmlere göre daha soluk ve kasvetli renk paletleri tercih edilmiş. Yönetmenin soluk renkler tercih etmesi izleyiciye karanlık bir distopik evren izleteceğinin sinyallerini veriyor. Anlatı daha çok mavi, yeşil ve kırmızı renk tonları üzerinden ilerliyor. Bu renkler insanların en çok aşina oldukları renkler olduğu için aslında izleyicilere tanıdık bir dünya da göstermek istemiş. Genellikle izleyiciyi geren müzik seçimleri yapılmış ve yaratılan bu distopik dünya ile uyumu sağlanmış. Şatoya benzeyen bir otel içerisinde; otel müdürü ve partnerinin şarkı söylerken ses tonlarıyla eski İtalyan operalarını anımsatması, savunulan zihniyetin bir parçası haline gelmektedir.

The Lobster, temelinin yakın zamanda atıldığı ‘’Yunan Yeni Dalga’’ sinema akımının en önemli örneklerinden biri. Lanthimos’un filmde kullandığı müzikler, renk ve kamera açıları seçimleri, karakterler seyirciye ulaştırmak istediği mesajları besliyor. Alaycı bir şekilde modern toplum eleştirisi yapılan filmde, birçok metafora ve alt metne rastlamak mümkün. Seyirciyi hem kendisiyle hem de içinde yaşadığı toplum ile yüzleştirmek isteyen yönetmen, bunu film boyunca yarattığı sahneler ile sağlıyor. The Lobster, teması, özgünlüğü, dili ve atmosferi ile son zamanların en iyi filmlerinden!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Korunan İçerik!