tds_thumb_td_300x0
Petite Maman Film Yorumu: İzlediğiniz Bütün Anne Kız Filmlerini Unutun

Petite Maman, 2021 yapımı bir Fransız filmi. Céline Sciamma tarafından yönetilen film, bağımsız sinemanın başarılı örneklerinden biri.
Film, anneannesi yeni vefat etmiş olan küçük bir kız çocuğunun birkaç gününü anlatıyor. Bu birkaç gün birçok anı ve yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor.

Anneannesi vefat ettikten sonra anne ve babası ile birlikte evi toplamak için bir zamanlar kendi annesinin büyümüş olduğu bu eski eve gelen Nelly, annesi Marion’ın anılarında bir yolculuğa çıkıyor.

Annesine sevgi ile bağlı olan Nelly, Marion’un evi aniden terk etmesi ile sarsılıyor. Annesinin onu gerçekten isteyip istemediğine dair kafasında soru işaretleri oluşan Nelly’nin korkularını, burada yeni tanıştığı, yine onun yaşlarında olan küçük bir kız çocuğu paylaşıyor.
İkilinin arkadaşlığı, kız çocuklarının yaşamına, hayallerine odaklanıyor ve evlilik ile erken yaşta çlocuk sahibi olmak gibi konuların kadınların yaşamında nasıl gel gitlere sebep olabilceğini anlatıyor.

Spoiler vermemek adına, filmin bunu NASIL yaptığı kısmını, seyrederken keşfetmeniz için boş bırakıyoruz. Ancak şunu diyebiliriz ki; izlediğiniz bütün anne kız filmlerini unutun ve onlarca adaylık ve ödül kazanmış bu filme bir şans verin.

Yine 2021 yapımı olan The Lost Daughter da benzer konuları irdeleyen, anne ve kadın olmak üzerine başarılı bir filmdi aslında. Bu filmi irdelerken, anmamak olmazdı ama şunu söyleyebilirim ki The Lost Daughter’ı ister beğenmiş ister beğenmemiş olun; izlediğiniz tüm anne kız hikayelerini bir kenara koyun sözümüzün arkasındayız. Petite Maman ise; bu konuyu alıp, bambaşka bir çerçeveye oturtmuş.

Oscar’a Günler Kala | Elvis Film Yorumu

BAFTA Ödülleri’nde 4 dalda (En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kostüm Tasarımı – En İyi Saç & Makyaj Tasarımı – En İyi Casting) ve Golden Globe‘da En İyi Erkek Oyuncu (Drama) ödülleri toplayan Austin Butler başrollü Elvis, nasıl bir film? Butler’ın rolüne üç yıl hazırlanması nasıl bir sonuç vermiş? Filmin Oscar’daki şansı ne? Hepsi bu yazıda!

Film iki saat kırk dakikalık süresiyle oldukça uzun ancak güçlü temposu sıkılıp bunalmanızı önlüyor. Özel bir ruhun, yeteneğin, bir başarı hikayesinin nasıl sömürüldüğünü izliyoruz keyifli geçişler ve dinamik bir anlatımla Elvis’te.

Baş döndüren bir şöhret hikayesi, bağımlılık yapan bir sevilme, ilgi görme hazzına şahit oluyoruz. Herkesin dilinde dolaşan muazzam sahne şovlarının arkasındaki yorucu karanlık ve manipülasyon hayli ilgi çekici, ve aynı zamanda çok üzücü elbette. Bir iki yerde ciddi anlamda komik bulduğum sahneler de oldu ama tabii ki bunlar filmin açıklamasındaki türler kısmına komediyi eklemek için yeterli olmamış. Yalnızca gülümsetecek, hafif karikatürize edilerek gösterilmiş absürt anlar şeklinde.

191k oyla Imdb’de 7.3 puan almış olan filme benim şahsi puanım 8 oldu. Bayıldım diyemem fakat güzeldi, bütün olarak baktığımızda da törendeki adaylığı da gayet makul ve beklendik. Sağlam bir biyografi. En iyi filmi alacağını düşünmüyorum, daha çok ses getiren Everything Everywhere All at Once daha olası gibi duruyor.

Oscar’a Hazırlanıyoruz! Women Talking Film Yorumu

Yine fragmanı veya açıklaması dahil hiçbir şeye bakmadan kendimi içine attığım bir filmle karşınızdayım. Sarah Polley imzalı “Women Talking” başlangıçta acaba yeteri kadar iyi değil mi, bazı ifadeler çok mu tiyatral diye düşündürse de sonradan bunun yanlış bir peşinhüküm olduğunu gösterdi bana. Film, neredeyse tarihin başlangıcından beri insanlığın derdi olan mevzuları ele alıyor ve belki de bu sebeple çok güçlü bir anlatıma ihtiyacı var. Hem konunun hakkını verebilmek, hem de hassasiyetlere dikkatle yaklaşabilmek için. Hoş bu bir zorunluluk mudur, yoksa tercihi yapımcılara bırakılması gereken bir kaygı mıdır bilmiyorum.

Erkek egemen bir yaşamın uç boyutlarda hasara sebep olduğu bir dünya izliyoruz Women Talking’de. Yaşanan travmalara her birinin farklı reaksiyon gösterdiği birçok kadının manifestolarını dinler gibiyiz sıra sıra. Birçok pencereden bakmamız sağlanıyor ve başta öfke olmak üzere sayısız duygular içinde geziyoruz. Bu noktada başarılı oyunuculukların altını çizmekle beraber, bir dehşetin mağduru olan kadınların düşüncelerine de yer yer savaş açmak isteyeceğinizi itiraf edeyim.

Haddinden fazla Polyannacılık, bağnazlık, öğrenilmiş çaresizlik, yanlış hedeflenmiş saldırganlık gibi pek çok unsura şahit oluyoruz “toplantılar” sırasında. Bazen hak veriyor, bazen acıyor, bazen gurur duyuyor, bazen endişeleniyoruz izlerken.

Geçtiği 2010 yılı için son derece akıldışı görünse de ne yazık ki aklımızın aldığı, hayal etmemizin bile mümkün olmayacağı derecede distopikken de malesef hayli gerçekçi bir yapım olmuş Women Talking. Çekimlerinin, kurgusunun, müziklerinin üstünde çok durmayacağım çünkü gayet iyiydi. Adaylığa gelecek olursak, en iyi filmi alabileceğini sanmıyorum. En iyi uyarlamada ise rakiplerini izlemeden yorum yapamayacağım ama internette bu minvalde hiçbir iz görmedim.

Uzun lafın kısası, Women Talking derdini sakin ama oldukça etkili bir biçimde anlatan agresif bir yapım. Her çağın derdi olan kadınlığın çığlığını yalın bi şekilde sunmakla, cinsiyetçi bir taraftan erkek düşmanlığı yapmak ve onları karalamak arasındaki çizgide sarsılarak yürüdüğü konusunda eleştiriler almış/alacak olma ihtimalini kestirebiliyorum. Çok sayıda sağlam sahnesi vardı, yer yer çaresiz hissettirdi. Tam olarak beklediğim son muydu emin değilim ama finaliyle de umut yeşerterek içimize biraz su serpti diyebilirim.

The Menu Film Yorumu | Menüde Sizin İçin Ne Var?

Mark Mylod tarafından yönetilen, 2022 yapımı gerilim filmi The Menu, bizler için menüsünde kara mizah ve eleştiri de barındırıyor diyebiliriz.

The Menu, içinde restoran eleştirmenlerinin de yer aldığı bir grup ”özel insanın”, özel bir restorana davet edildikleri bir geceyi konu alıyor. Öyle özel bir restoran ve davetliler de öyle özel ve öyle zengin kişiler ki, hayat onlar için şovdan ibaret. Restoranın şefi de, menüsü ile o insanlara yakışır bir şov hazırlıyor.

Sistem eleştirisi, kapitalizm gibi konuları filmlerde yüzlerce kez izlemişizdir ancak The Menu, bu çok aşina olduğumuz temayı bambaşka bir dinamikten anlatmayı başarmış bir yapım. Üstelik bu anlatıyı, genellikle aşina olduğumuz gibi dram türüne değil de bir gerilim/korku filmine yedirmeyi de başarmış bir iş. Bu anlamda, Nassos Vakalis’in yönettiği 2014 yapımı kısa film Dinner For Few‘i de biraz andırdığ da söylenebilir.

”Asla doyuma ulaşmayacak insanları, doyurmaya çalışma gafletine düştüm.”

Şef, doyumsuz, görgüsüz, şımarık, esasında sanattan ve incelikten anlamayan ama sırf parası olduğu için bunların zarafetinden yararlanabilen insanlara duyduğu öfkeden hareketle, bu insanlara bir ”son akşam yemeği” kurgusu hazırlıyor.

Dexter’ın, kurbanlarını ”hak edenlerden” seçmesi gibi şef de elit davetlilerini en hak edenlerden seçmiş. Öyle ki, menü ilerledikçe karısını aldatan iş adamı, yalancı eleştirmenler ve evrakta sahtecilik yapan insanlar görmeye başlıyoruz bu üst tabakanın arka planında…

Tüm bu seçilen elitlerin içinde o tabakaya ait olmayan bir kız vardır. Son anda davetlilerden birinin randevusunu değiştirmesi ile bu adadaki restorana gelen Margot, şefin menüsü için bir tehdittir.

Bu nedenle şef ona bir seçim hakkı sunar; Margot kendisini elitler içinde mi yoksa onlara hizmet eden kesim içinde mi konumlayacaktır?

Restoranın sahibi, o lezzetli yemekleri pişiren ve bunu bir sanat olarak icra eden şefler, onların emeğini hiçe sayan ve takdir etmekten çok uzak olan doyumsuz bir üst tabaka. Bu iki grup arasında kalan Margot, filmin de kaderini değiştiriyor diyebiliriz.

Özetlemek gerekirse, The Menu, 2022’nin en iyileri arasındaydı diyebiliriz. Kaçırılmaması gereken bir film!

Yılların Efsanesi Avatar’ı Neden Seviyoruz?

Yakın zamanda çıkan devam filmiyle herkesin tekrar diline dolanan, en çok hasılat rekorunu uzun yıllar boyu elinde tutmuş olan Avatar neden bu kadar seviliyor? Sebeplerini anlattık.

Öncelikle, Avatar’ın yarattığı dünyaya inanmakta hiç zorluk çekmiyorsunuz. O vahşi ve kendine has yapısıyla, o evren özenle hazırlanmış ve sonraları ikonikleşecek animasyonuyla izleyiciyle sunulmuş. İkinci olarak, filmin kurgusu. Neredeyse üç saatlik süresine rağmen Avatar oldukça dinamik bir akışa sahip ve sıkıcı olmadan hikayesini anlatabiliyor. Hatta izlerken merak ettiğiniz ama sanki ona zaman kalmadığı için gözardı edilmiş hissi veren küçük detaylar/konular bile olabiliyor.

Yoğun duyguların merkeze konması. Klişe denebilecek bir konusu olmasına rağmen, iki toplumun arasındaki o savaş, ana karakterimizin değişimi ve Na’vi’lerin yaşam tarzları, prensipleri o kadar iyi vurgulanıyor ki, filme karşı beğeniniz ve seyrderken aldığınız keyif artıyor. Ayrıca yaratılan fantastik evrenin dili, doğası, kanunları gibi ögeler de oldukça unique.

Son olarak, heyecan unsurunun zamanlamaları da oldukça iyi. Tüm bunlardan bağımsız olarak da, benim için filmin en sevilesi yanlarından biri Joel David Moore ve Stephen Lang’ın karakterleri ve bu ikilinin oyunculuklarıydı. Biri aşina olduğumuz o tarzdaki bilim insanını, diğeri de acımasız bir askeri tam anlamıyla yaşamıştı. İzlerken, amaçlarına katılmaktan bağımsız olarak her iki karaktere de saygı duyduğumu belirtmeliyim.

error: Korunan İçerik!