tds_thumb_td_300x0
Şahsiyet II. Fasıl’a İlk Bakış!

Herkese uzun bir aradan sonra merhaba!

Şahsiyet’in kutlu dönüşüyle ben de yazmaya tekrar geri döndüm ve yerimde duramıyorum! Harika bir açılışla seyirciye merhaba dedi Şahsiyet ve tüm şüphelerimizi, korkularımızı bir kara deliğin içine attı.

Yazıma başlamadan önce tüm ekibe teşekkür etmek istiyorum! Emeğinize sağlık!

Beş yıl sonra geri dönen Şahsiyet, ikinci sezon duyurusu yaptığında izleyiciler “Tadında bırakmıştınız ya, gereği var mıydı?” ve benzer yorumları sıkça yapmış yine de yayınlanacak sezona bir şans vereceklerini söylemişlerdi. Ben ise köşemde sessizce (şaka yapıyorum tabii ki değil, her yerden herkesi darlayarak) Şahsiyet ile ilgili en ufak ayrıntıyı öğrenmek istiyordum. İkinci sezon haberinden sonra yavaş yavaş cast açıklanmaya başlamıştı. Magazin gazeteciliğinin duayeni Birsen Altuntaş, ilk isimleri açıkladığında “Tamam,” demiştim “Bu sezon harika bir iş izleyeceğiz!”

Açıklanan ilk castta İlker Aksum, Nergis Öztürk ve Ahmet Mümtaz Taylan’ın ismi geçiyordu. Cansu dere konuk star olarak açıklanmıştı ve sezon Agah’ın ailesine odaklanacaktı.

Açık konuşayım, havalara uçtum.

Yani düşünsenize! Şebnem Bozoklu ve İlker Aksum yeniden bir araya gelecek, Nergis Öztürk tüm karizmasıyla muhteşem bir performas sergileyecekti. Eh zaten Ahmet Mümtaz Taylan’ın namı ortada. Müthiş bir oyuncu.

Birkaç gün sonra Ahmet Mümtaz Taylan haberi revize edildi ve yeni isim Erdal Özyağcılar oldu.

En son Yasak Elma’da Hasan Ali Kuyucu olarak izlediğim, komedinin üstadı bir ismin kadroda oluşu beni tabii ki üzmedi. Telefonun başındaki Hakan Altun gibi (ondan farklı olarak çaresizce değil) yeni sezon haberlerini beklemeye başladım.

Yeni sezonun konusu, yeni oyuncular tek tek açıklanırken Şahsiyet’in yayınlanacağı platform içeriklerinin herbirini iptal ettiğini duyurmuş böylece Hakan Altun modumuz Ahmet Kaya moduna geçiş yapmıştı. Karanlık yollardan geçtik ve zehir gibi sular içtik derken umudumuzun kesildiği an kırmızı balonuyla Gain, Şahsiyet’in yayın haklarını aldığını duyurdu ve ufacık, minicik bir teaser yayınladı.

Duvarlara çentik atmaya başladık işte tam da o an!

Çok gevezelik ettim, hâlâ sabırla okuyorsanız teşekkür ederim. Şimdi sezon hakkında spoiler vermeden konuşmaya çalışayım. ☺️☺️☺️

Senaryosunu Hakan Günday’ın yazdığı Onur Saylak’ın yönettiği baş rollerinde Haluk Bilginer, Erdal Özyağcılar ve Şebnem Bozoklu’nun olduğu Şahsiyet, dün gece yayınlandı.

İlk sezonda Agah’ın, gecikmiş adaleti sağlamak amacıyla işlediği cinayetleri hatırlarsınız. Bu cinayetlerden biri, ikinci sezona da hizmet eden bir hikaye yaratmış ve karşımıza Erdal Özyağcılar’ın canlandırdığı Kader’i çıkartmış. Bu noktada Erdal Özyağcılar’ın karakteri efsane bir şekilde giyindiğini söylemek istiyorum. Kinini, öfkesini ve gözünün dönmüşlüğünü öyle sinir edici bir sakinlikle canlandırmış ki bir an, kurmaca bir hikaye değil de bir seri katilin belgeselini izlediğimi düşündüm. Kader’in hikayedeki konumu yalnızca öldürülmüş kardeşinin intikamını almak değil.

İntikam planı kurarken geçmişin gölgelerinden kendine bir ekip kuruyor. Faili meçhul cinayetlerin maktullerinin yakınlarından kurduğu çete, tek bir şey istiyor. “Onlar ne yaşadıysa Agah da onu yaşasın.” “İntikam Çetesi’nde” ekranlardan yakınen tanıdığımız yüzleri de görüyoruz. Deyim yerindeyse Kader’in eli kolu bir de gözü olan Hikmet’i, Şehsuvar Aktaş canlandırıyor. Aynı ekipte Burhan Öçal’da var.

Kader, Agah’ı avlamak isterken kendini saklama amacı gütmüyor. Aksine ilk anda karşısına da çıkıyor, tehditlerini Agah’tan bir an olsun eksik etmiyor. Azrail’in nefesini ensesinde hisseden Agah da avcısının peşine düşüyor tabii. Düşüyor da, av atak yapsa da günün sonunda avcısından hep kaçmak zorundadır değil mi? Agah da avcısından kaçıyor tabii.

Spoiler vermemek sahiden zor!

Gerilimi hat safhada hissettiğiniz anlar da mizahi dokunuşlarla sakinleşiyor, gülüyorsunuz. Yapılan kelime oyunları öyle dozunda ve yerindeki keyifli bir seyir veriyor. Özellikle İlker Aksum’un performansı izleyicinin konfor alanı olma konumunda. Konuşmasa bile mimikleri ve jestleriyle bile insanı güldürebiliyor. Evin sinir bozucu ama sempatik damadı rolünün hakkını veriyor.

Mizahi ve gerilimli sahnelerimizin yanında küçük bir aşk hikayemiz ve kuvvetli olduğunu düşündüğüm bir trajedi hikayemiz var. Gerildiğimiz, üzüldüğümüz, sinirlerimizin yıpranacağı sahnelere minik flörtleri ve şakaları yedirmek geçen sezon ağır bir tempoyla işlenen hikayeyi daha akıcı kılmış. Buna bayıldım! Aşk dinamiğiniz ilk sezondan hikayesine aşina olduğumuz Deva (Recep Usta) ve eşi Fatoş’la (Eda Şölenci) karşılanacak gibi geliyor. İkinci bölümdeki saniyelik bakışmaları bile içimizin ısınmasına yetti. Yüreklerimizi ağlatacak sahneler ise hikayenin avukatını canlandıran Nergis Öztürk (Meryem) ve annesi rolüyle karşımıza çıkan Nihal Koldaş’ın omuzlarında gibi duruyor, şimdilik. Yayınlanan ikinci bölümde bunun sinyallerini fazlasıyla aldık. Geçmişin izleri ve acısı, hem hüzünle hem öfkeyle Meryem’in gözlerinde yaşıyordu. Annesi ise yalnızca üzülmüyor, kızmıyor aynı zamanda korkuyor da geçmişten, Kader’inden.

Ekibin iyi bir enerji yakaladığı ortada. Her birinin işinin ehli olduğunu da biliyoruz. Hem yeteneklerini hem de enerjilerini işlerine yansıttıklarından ne zaman bittiğini anlamayacağımız bir iş ortaya koymuşlar. Her şeyiyle muhteşem iki bölüm izledik ve eminim tüm sezon aynı titizlikle ve mükemmellikle çekilmiştir.

Burada alkış tutmamız gereken görünmeyen kahramanlarda var. İsmini bildiğim bilmediğim tüm set arkası ekibi ve yardımcı oyuncuları tüm içtenliğimle tebrik ediyorum. Görüntü yönetmeninden, kostüm sorumlusuna, makyözüne muazzam ve özenli bir iş ortaya çıkartmışlar. Sadece oyuncuları değil seçilen mekanları, kostümleri, araçları (özellikle kedi kız makyajına ve kostümüne) izlediğimiz ve her birine ayrı ayrı hayran kaldığımız nadir bir iş izliyoruz. Dönem işi çekip 2020lerden kostümler, araçlar ve saç-makyaj sunan, seyirciyle dalga geçen, aynı senaryoyu döndür dolaş izleyiciye sunan işlerden sonra Şahsiyet ıssız çöllerdeki su gibi geldi, hepimize. Sırf bu yüzden bile başta sanat yönetmeni olmak üzere yaratılan evreni ziyadesiyle tasarlayan, ışık tutan herkese teşekkür ediyorum kendi adıma.

Herkesin eline ve emeğine sağlık. Ödüllere doyamadığınız bir sezon olsun! Sizleri seviyoruz!

Türk Dizi Sektörü Üzerine

Merhaba, bugün sizlerle genel bir analiz paylaşacağım. İğneyi kendime batırırken çuvaldızı başkasına batıracağım bu yazıda olabildiğince objektif olacağımdan şüpheniz olmasın.

“Gerçek Bir Hikayeden Uyarlanmıştır” İbaresi

Son zamanların vazgeçilmezi sanırım bu atıf. Özellikle sektörü ele geçiren Gülseren Budayıcıoğlu imzalı kurgulardan sonra hemen hemen her dizide bu yazıyı görür olduk. Kızılcık Şerbeti, Veda Mektubu, Camdaki Kız, Yalı Çapkını derken bu ibareyi görmekten hepimize ikrah geldi. Biz seyircileri etkileyen bu yazı mı yoksa hikaye mi, yapımcılar ve senaristler bunu bir düşünmeli.

Yalı Çapkını

Reytingleri düşündüğümüz de gerçek hayat hikayelerinin epeyce reyting aldığını görüyoruz görüyoruz da zaten senaryoların tümünde bir yaşanmışlık oluyor. Neticede geleneksel medyada fantastik işlere pek rastlayamıyoruz. En uçarı kaçarı kurgularımız bile “Ya bunu ben yaşadım,” denilen cinsten. On diziden sekizi bu ibareyi kullansa emin olun göze batmaz.

Açıkçası ben siyah fona yazılan “Bu hikayedeki kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür,” yazısını epeyce özledim. Çok şükür ki yakın zamanda Tetikçinin Oğlu adlı dizide gördük de içimize bir su serpildi. Mazallah ya o da gerçek bir hikaye olsaydı?

Gülseren Budayıcıoğlu ve Televizyon Dizileri

Sektör bir psikolog olan Gülseren Budayıcıoğlu’nun tekelinde desek yersiz olmaz. Hemen hemen her kanalda bir işi mevcut. İstanbullu Gelin ile başlayan bu macera Yalı Çapkını ile devam ediyor. İstanbullu Gelin, Teşriki Mesai’nin usta yazımıyla beraber iyileştirici bir dile sahipken diğer işlerin şiddet pornosuna döndüğünü açık yüreklilikle söyleyebilirim. Tabii burada Doğduğun Ev Kaderindir’i de bu söylemden ayırmam gerekiyor. Demet Özdemir’in canlandırdığı Zeynep karakteri de karakter gelişimi göstermiş, kadın gücünü ustalıkla sergilemişti. Aşkın, sevginin tek başına iyileştirici güç olmadığının da altı çizilmişti. Son derece kompleksli ve psikolojik şiddetin her türlüsünü gösteren Mehdi karakterinin sevgiyle iyileşmeyeceğini görmüştük. Diziye ikinci adam olarak giren Barış Tunahan ise kurtarıcı bir figür olmak yerine destekleyici ve iyileştirici bir güçtü ve Zeynep’e sonuna dek destek olmuştu. Bu bağlamda izlemekten keyif aldığım bir diziydi. Bilirsiniz dizilerimizde ütopik şekilde hastalıklı karakterimiz daima güzellenir. Yaptıklarına bahaneler üretilir ve terapi olmaksızın aşk ile iyileşir.

Doğduğun Ev Kaderindir Barış ve Zeynep

Oysa aşk ya da sevgi tek başına yeterli değildir. Profesyonel birinden destek almadıkça yaralarımızdan sıyrılamaz hep aynı döngü içinde dönüp dururuz. Bu döngüyü bozan alışagelmiş kahraman-kurban hikayesinden çıktıkları için başta Teşriki Mesai olmak üzere Doğduğun Ev Kaderindir senaristlerine teşekkür ediyoruz.

Sansür Olmalı mı Olmamalı mı?

Bir önceki yazımda sansüre karşı olduğumu yazmıştım fakat bu şiddetin tamamen gösterilmesinden yana olduğumu da pek ifade etmez. Açıkça gösterilen sahneler beni sarsıyor. Özellikle de fiziksel olanlar.

Sevmek Zamanı adlı diziyi örnek gösterebilirim sanırım. Derya Pınar Ak’ın canlandırdığı Çiğdem karakteri tecavüze uğramıştı. Fakat biz bu sahneyi izlememiş, siyah bir minibüs ile kaçırılan karakteri ardından evine zar zor giren kendini banyoya atıp suyun üstünde ağlayan bir Çiğdem izlemiştik. Tamamen çarpıcı ve etkileyici bir sahneydi. Sonrasında girdiği sinir krizi, hezeyanlar da tüylerimi diken diken etmişti.

Sevmek Zamanı Çiğdem

Sansür var olacaksa senaristin isteğiyle var olmalı yani. Kaleminin güçlü olduğunu düşündüğüm senaristler fiziksel veya cinsel şiddeti göstermeden de çarpıcı bir etki yaratabilirler. Tabii bu benim fikrim.

Rtük ve Sansür

Geçtiğimiz haftalarda Kızılcık Şerbeti adlı diziye beş kez durdurma cezası veren ve yayın günü İslamofobi belgeseli yayınlayan kuruma tepkiler çığ gibi büyümüştü. Önce dizinin ekibiyle başlayan ardından sektördeki isimlerin de ses çıkarttığı bu ceza mahkeme kararıyla red yemiş, dizi geçtiğimiz cuma ekranlara gelmişti.

Gelmişti, gelmişti de insanların aklında tek bir soru vardı. “Neden Kızılcık Şerbeti?”

Geçen yazımda dizileri belirtmemiştim ama bu yazımda dizileri belirteceğim. Yürek Çıkmazı şiddetin dört türlüsünü de seyirciye sunan bir dizi. Ana karakterlerden Cennet ekonomik, fiziksel ve psikolojik şiddet görürken Birsen cinsel tacize uğramıştı. Denetleme Kurumu bu yayınlara herhangi bir reaksiyon göstermemiş, dizi yayın durdurma cezası almadan yayınlanmaya devam etmişti. Kızılcık Şerbeti’nin rakibi olan Yalı Çapkını’da Yürek Çıkmazı’ndan farklı değil. Hatta şöyleki dizilerimizin yüzde doksanı şiddet üzerine.

Kızılcık Şerbeti

Belinde silah olan koca koca adamlar, eşine psikolojik şiddet uygulayan eşler, gözüne kestirdiği kadını kaçırıp mahzene kapatan ruh hastaları, sözde aşık olduğu kadına emanet muammelesi yapan adamlar ve niceleri. Ekranda şiddetten başka bir şey yok aslında tatlı, mutlu, huzur veren işlerimiz çok az. Öyle ki bu işler bile reyting kaygısı yüzünden entrika içeriği yükleyebiliyor senaryoya.

Bir de güzelleme ve aklama var tabii. Feritler, Tamerler, Mehdiler mafyalar ve mafyanın atarlı giderli kompleksli çocukları aklanıp paklanıp güzelleniyor. Çocukluk travmaları bahane olarak sunuluyor seyirciye ve bir empati kurulması isteniyor. Bir de üstüne kadın karakter rehabilitasyon merkezi yerine konuyor. Kimse de demiyor ki “Ben senin tedavi merkezin değilim ruh hastası, git tedavi ol.”

Total grubumuz da bu durumdan şikayetçi değil. Senaristlerinde işine geliyor. Seyirciye ağzının suyu akacağı hikayeyi sunuyor, seyircide atılıyor oltaya. Geliyor reytingler, geliyor reklamlar!

Çöp Adam

Yani aslında ben pek şaşırmıyorum. Kendimi bildim bileli drama işlerinin teması bu. Drama işlerini geçtim romantik komedilerimiz de bile erkek karakterimiz kompleksli, yargılayıcı, egoist tiplerden oluşurken esas kızımız cennetten düşmüş bir melek gibi iyi mi iyi saf mı saf oluyor. Kum torbası gibi bir o yana bir bu yana atılıyor. Günün sonunda ise Aydilge şarkıları eşliğinde romantizm yaşanıyor.

Yolun ortasında durup sizi öpen bir adama veyahut iş yerinizde size bağırıp duran, aşağılayan bir adama akıl sağlığınız yerindeyse aşık olmazsınız. Burada cinsel tacizden ve psikolojik şiddetten bahsediyoruz. Üçüncü sayfa haberlerinde, sosyal medyada görüp lanet ettiğimiz olayları ekranda ağzımızın suyu aka aka izlememiz mide bulandırıcı değilse ne?

Seviyor Sevmiyor

Yani ben de her şey güllük gülistanlık olsun, ütopik bir dünya izleyelim demiyorum. Şiddet var, var da romantize edilmesi problem. Kıskançlığa, aşka indirgenmesi kurcalanması gereken esas sorunumuz bence. Her insanın sorunları vardır, hiçbirimiz sütten çıkma ak kaşık değiliz ama öz saygımız mevcutsa problemin dibi olan insanlarla da ilişkiye girmeyiz. Ben girmem yani. Sizi bilemem.

Şimdi bambaşka bir konuyu ele alalım.

Senaryosundan bir haber olan senaristler

Benim bildiğim yanlışsa düzeltin bir senaryonun sinopsisi, tretmanı olur. Kavramları açmam gerekirse hikayenin başı sonu bellidir. Bir kompozisyon yazdığınızı düşünün. Giriş, gelişme ve sonuç yapımcıya verilir. Elbette senaryo akışında değişiklikler olabilir. Yapımcıların senaryoya karıştığını da biliyoruz. Amma velakin bu, senaristin karakterine ihanet edeceği, hikayeye bambaşka bir yön vereceği anlamına da gelmiyor. İyi olan bir karakterin salt kötüye, kötü olan bir karakterin Peri Anne’nin değneği değmişçesine iyiye dönüşmesi bana hiç geçmiyor. Sizi bilemem. Yalı Çapkını’nın hemen hemen her karakterinde buna rastlayabiliyoruz. Birden bire kızlarına ve eşine düşkün hâle gelen Kazım yine birden bire şiddet faili bir adama dönüşürken, kendi ayakları üstünde durmak kendini bulmak isteyen Seyran, Ferit’ten başkasını düşünemez hâle geliyor.

Ferit ise ne istediğini bilmeyen hastalıklı bir karakter olarak yol almaya devam ediyor. Karakter gelişimi yok. Aksine tüm karakterler geriye doğru gidiyor.

Hadi Yalı Çapkını bir drama. Trajedi yumağı. Travma üstüne travma eklenmesi gerekiyor diyelim. (Demiyoruz bu arada) Ekranlara aile komedisi diye verilen Güzel Günler bile kendi senaryosuna ihanet etmiş hâlde. Alya’nın karakter tanıtımında hiçbir negatif öge yer almazken Alyamız birden bire Junior Ferhunde entrikaları çevirir hâle geliyor. Yetmiyor, Aleyna da birden bire lüks düşkünü, kompleksli bir kadına dönüşüyor. Burada “Are you really?” demek istiyorum pek sevgili senaristlerimize.

Güzel Günler

Açık söylemek gerekirse aslında pek de şaşırmıyorum bu süregelişe. Karakter tanıtımlarına Behlül’ün Adnan’a ihanet ettiği gibi ihanet eden senaristimiz bol. Yine bir örnek vermem gerekirse Tozlu Yaka’da bize şefkatli, merhametli, iyi diye sunulan Cemre’nin katil çıkması gibi.

Tozlu Yaka Cemre

Ters köşe yapacağım diye girişilen bu hikaye beni epey güldürmüştü. Başından beri katilin Cemre olduğunun söylenmesi ise kahkahalar attırmıştı. Madem öyleydi, karakter tanıtımında neden pozitif bir profil çizmişti? Muammalar dizesi.

Karakter tanıtımına sadık kalan sayılı isimlerden biri olduğu düşündüğüm Meriç Acemi’yi anmak istiyorum burada. Ufak Tefek Cinayetler adlı dizide karakterlere çizdiği profil ile senaryo çakışmamıştı. Hiçbirimiz Arzu’nun katil olmasını beklemesek de tanıtımda yer alan “arızalı bir kadın,” cümlesi bize göz kırpıyordu aslında. Günün sonunda Meriç Acemi’de Behlül olmuş senaryoyu da Bihter’e çevirmişti ya neyse.

Şimdilik burada bırakacağım. Sektörün falsosu o kadar fazlaki akademik makale çıkar üzerinden.

Bir dahaki yazımda görüşmek üzere.

Kızılcık Şerbeti Bu Akşam Geri Dönüyor!

En son izlediğimiz bölümde Doğa’nın Fatih’e söylediklerini hatırlayanınız var mı? Dizinin ismine atıfta bulunurken toplumun yarasına da parmak basmıştı Doğa. “Biz kan kusarız ama kızılcık şerbeti içtik deriz,” diyerek hem Nursemaların hem Doğaların hem de nicelerinin hayatını birkaç kelimeyle özetlemişti. Dizinin, ekibin yaşadığı da buydu. Fakat onlar kan kusup kızılcık şerbeti içtim demediler, haklarını sonuna dek aradılar ve hukuk savaşını kazandılar.

Kan kustular ama kızılcık şerbeti içtim demediler

Biliyorsunuz ki dizi beş kez yayın durdurma cezası almış, Rtük sebep olarak da dizinin “Toplumsal cinsiyet eşitliğine ters düşen, kadınlara yönelik baskıları teşvik eden ve kadını istismar eden programlar içeremez” ilkesinin ihlal edildiğini sunmuştu. Normalde yayın akışında yer alan dizinin yerine de ansızın “İslamofobi,” belgeseli konulmuştu.

Konu sahiden “kadına yönelik istismar ve şiddeti teşvik eden” yayın olması mıydı?

Şahsi fikrim, alakası dâhi olmadığı. Çünkü ulusal kanalların her birinde çok daha fazlasını izliyoruz. Burada hedef gösterme yapmak istemediğimden sadece dizilerde yaşananlardan kısaca bahsedeceğim. Alenen gösterilen hiçbir otosansüre uğramayan torununa fiziksel ve psikolojik şiddet gösteren dedeyi, bir kadını zorla alıkoyan hastalıklı adamı, eşini cinsel birlikteliğe zorlayan ya da kelle paça çorbası yaparcasına kelle kesen ve bunu blurlamadan ekrana veren, kadını manavdaki bir meyve gibi alıp satan sahneleri onlarca kez izledik.

Konu gerçekten de istismar ve şiddet gibi görünmüyor değil mi?

Sansüre hepimiz karşıyız elbette. Fiziksel şiddet olduğu gibi izletilmeli mi yoksa senarist ve yönetmen şiddeti göstermeden onu seyirciye mi sunmalı bu tartışmaya değer bir konu. Fakat bizim konumuz Kızılcık Şerbeti’ne neden ceza verildiği.

Muhafazakar ve seküler ailelerin çatışmasını ele alan dizinin ceza aldığında yerine pek de bir ironik şekilde islamofobi belgeseli verildiğini söylemiştim. Ki zaten ekranda da izlemiştik, RTÜK’ün sunduğu program bir tesadüf müydü?

Elbette değildi. İzlediğimiz dizide muhafazakar ailenin bağnazlığını görüyoruz. Görüyoruz da dizide neye neden tepki gösterildiği de anlatılıyor. Domuz yavrucuklu duvar kağıdının neden odada bulunmaması gerektiği, kolonyaya neden tuz basıldığının anlatıldığı gibi. Bununla beraber islamda kadının yerini de, üç ayların kutsallığını da dinledik karakterlerden. Zekeriya sofraları kuruldu, depremzedelerden bahsedildi. Bunlara neden kulak verilmedi de Nursema’nın cinsel tacize izin vermediği, kendini korumaya çalıştığı ve nikahlı kocası tarafından pencereden itildiği sahne göze battı ve ceza aldı? Tekrarlıyorum, konu şiddetse niye ekranlarda onlarca dizi dönüyor? Tüm yayın akışının belgesellerle dolması gerekirdi, konu şiddet olsaydı eğer.

Kaldı ki seküler ailemiz de kutsanmıyor. Kıvılcım’ın din üzerine çıkışları ve tepkileri bir yana çocukları üzerine kurduğu görünmez bir baskı var. Otoritesi pek de sağlıklı değil. Reşit bir bireyi kürtaj için zorlamak, beden özgürlüğüne yapılmış bir baskı değil de ne?

Bence konunun şiddet ve istismar olmadığı konusunda anlaştık. Konu “islamı kötü gösterildiğine” inanılması. Pekâlâ… Gerçek bir hayat hikayesi olmasına karşılık neticede bir kurgu seyrediyoruz. Gündüz kuşağında islamı alaşağı eden programlar, geleneksel ve sosyal medyada konuşmalar yapan hocalar neden bir cezaya tabii tutulmuyor? Bu büyük bir muamma ama değil mi?

Her neyse…

Yapımcı Faruk Turgut durdurma cezasına karşı dava açmış, bayram sonrasında da sonuç açıklanmıştı. Dün itibariyle dizi yayın akışına eklendi ve iki haftadır süren durdurma cezası sona erdi. Yapım ve ekip verdikleri savaşı kazandı.

Sansüre hayır tepkileri

Önce dizinin oyuncularıyla başlayan hemen sonra başta Pınar Deniz olmak üzere meslektaşların, sendikaların ve yapım şirketlerinin gösterdiği sansür tepkisi sosyal medyada çığ gibi büyüdü ve günlerce konuşuldu. Bir dizinin beş kez durdurulması demek sadece oyuncuların değil kamera arkası ekibinde bir ay bir hafta maaşını alamaması demekti ve bu büyük bir haksızlıktı.

Şükür ki, dava kazanıldı ve set yeniden çalışmaya başladı. Kadın gücünü ve kadını kendi ayakları üzerinde durduğunu gördüğümüz bir diziyi ekranda izlemeye devam edecek olmaktan çok mutluyuz. Ekip adına çok sevindiğimizi, sansürün her türlüsüne karşı olduğumuzu da belirtmek isteriz.

İyi seyirler, unutmayın kraliçelerimiz bu akşam geri dönüyor. Kızılcık Şerbeti is coming!

Eda Şölenci’yi Görmek İstediğimiz Roller

Uzun süredir ekranlarda gözükmeyen fakat özlediğimiz bir yüz olan Eda Şölenci’yi Adı Efsane’deki Çiler rolüyle tanıdık. Hemen sonra Trt’nin sevilen dizisi Aslan Ailem’de yer alan ve evlerimize konuk olan Şölenci, kariyer sürecinde farklı rollerle karşımıza çıktı. Özellikle Eda’yı Aşk Ağlatır’da Nalan olarak izlediğimizde hepimiz şaşkına uğramıştık. O bıcır bıcır, tatlı kızın yerini entrika çeviren, hırslı, histerik ve ihtiraslı bir kadın almıştı. Korel Cezayirle olan sahnelerine bayılmıştık. Yine ekranlara çok daha farklı bir rolle merhaba dediğinde Arıza serüveni kısacık sürmüş, muhbir Sedamıza doyamadan ona veda etmiştik. O gün bugündür de ne yazık ki Kızıl Güneşimizi göremiyoruz ve onu çok özledik!

Eda Şölenci’yi görmek istediğimiz rollere değinmeden önce enerjisine bayıldığımızı da söylemek istiyoruz!

Eda’nın aurasına bayılan biriyim. Özellikle o koca kahverengi gözleri kesinlikle efsunlu. Masumiyeti, ihtirası, tutkuyu ve hırsı göz bebeklerinde yaşatıyor. İşte tam da bu yüzden bir dönem dizisinde yer alması gerektiğini düşünüyorum.

Bir Dönem Dizisi

Sizin hangi dönemi izlemeyi sevdiğinizi bilmemekle beraber ben Kurtuluş Mücadelesi sürecini izlemeye bayılıyorum. Özellikle kadınlarımızın verdiği mücadeleyi izlemeye ise doyamıyorum. Erkek egemenliğini bol bol izlediğimiz sektörde Cumhuriyet Kadınını izlemeyi de çok istiyorum açıkçası. Yapılan işlerin yüzde doksanında erkek mücadelesini izledik. Kadın figürler hep arka plandaydı. Nuran Evren Şit’in yazacağı Zeynep Günay Tan’ın yönettiği tam anlamıyla kadın işi bir dönem işi düşünsenize! Tadından yenmezdi! Eda’nın da İzmir’de açan bir çiçek olarak bu role yakışacağını düşünüyorum. 

Masum Yüzlü bir Katil

En sevdiğim türlerden biri olan gizem/gerilim kategorisinde de Eda’yı görmeyi çok isterim. Bir arkadaş grubunun beraber verdiği partide grubun lideri ölse geride kalanlar cinayeti çözmeye çalışsa ve biz de bu düğümü izlesek, karakterlerle beraber cinayetin sebebini ve katili bulmaya çalışsak harika olmaz mıydı? 

Masum ve yumuşak yüz hatlarına sahip Eda’nın sosyopat bir karakterlerle karşımıza çıkması, seyirciyi dehşete düşürmesi için nelerimi vermezdim ama…

Bond Kızı

Yazının başında Eda’yı Arıza’da muhbir olarak izlediğimizi yazmıştım. Ama pek bir kısa sürmüştü. Gerek düşen reytingler gerek arka planda kalan bir rolde olma sebebiyle belki de toplamında on dakika izledik Eda’yı. Fakat, her şeye rağmen Seda’nın Muzaffer’in karşısına çıkıp köstebek olduğunu öğrendiğimiz anı izlemek her şeye değerdi. Bozguna uğramıştım!

Aksiyon dizilerimiz var, var da yine erkek hegemonyasını izliyoruz. Kadına atfedilen rol, mafyanın eşi ya da metresi oluyor çoğunlukla. Masada koca koca adamların toplandığını görüyoruz ama tek bir kadın figür göremiyoruz.

Arıza’nın sevdiğim yanlarından biri de buydu. Masanın başındaki lider bir kadındı.  Neden o racon kesen, belinde silahlarla gezen adamların yanında kadınları göremiyoruz? Çok mu ütopik? Değil. Birileri o masaya kadınları da oturtmalı. Yapılabildiğini izledik, gördük. Avlu efsanesini size hatırlatmama gerek var mı? 

Elbette Eda’yı mafya olarak görelim demiyorum. Ama bir ajan olarak izlemeyi isterim. Tabii ajandan kastım mafyayı tek bakışıyla ayartan tek vasfı da dişiliği olan ajan değil. Mafya ailesinin yanına tetikçi olarak sızan bol bol aksiyon sahnesine imza atan bir karakterle karşımıza çıkmasından bahsediyorum. Boks eğitimi aldığı hesaba katıldığında gayet makul bir istek gibi.

Kadere Dokunan bir Ressam

Eda’yı takip ediyorsanız bilirsiniz ki kendisi sanata ve sanatçıya aşık bir kadın. İşte tam da bu yüzden sanatla ruhunu doyuran bir ressam olarak da görmeyi çok isterim Eda’yı. Yaptığı tabloların gerçeğe dönüştüğünü, başka bir boyuta açılan portallar olduğunu bir düşünsenize. Hem gizem ve gerilime hem de sanata doyacağımız bir iş olurdu ve ben bağıra çağıra reklamını yapardım! Dijitale yakışacak bir iş olurdu. Fırçanın tuvalle buluşmasıyla boyanın ete kemiğe büründüğünü hayal edin. Dünyayı değiştirebilirsiniz, hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz… Ya da intikam alırsınız? Kim bilir?

Kontes Dracula

Beyaz teni turuncuya çalan kızıl saçlarıyla fantastik bir filmden çıkmış gibi değil mi ama Eda? Daha önce blu tv’de yayınlanan istediğini pek de alamayan Yaşamayanlar, vampir dünyasını ele alan bir kurguydu. Bir yenisi neden denenmesin?

Huysuz ve Tatlı Kadın

Tatlı mı tatlı, sıcacık komedi işlerini epeyce özledim. Gülse Birsel’in senaryolarını sıkı sıkıya takip eden biri olarak yeni işinde Eda’yı görmeyi çok isterim. Daha önce aile komedisinde yer almıştı fakat geniş bir kadro olduğundan pek de doyamamıştık Eda’ya. Yeni projesinde Seda gibi işinde oldukça hırslı ama bu sefer espriden anlayan ve iş yerinin göz bebeği bir karakteri oynasa muhteşem olurdu. Hayatın içinden, drama pornosuna dönmeyen, yalılarda köşe kapmaca oynamayan hikayelere hasretiz!

HeşTeg EdaGeriDön 

Gözlerimizin Önündeki “Çıplak Gerçek”: Duy Beni 3. Bölüm Yorumu

Merhaba, Ne İzledik ailesi, bugün üçüncü bölüm yorumumu yapmadan önce size, bir hikayeden bahsetmek istiyorum. Üçüncü bölümümüzün ilk sahnelerinde Bekir’i yarı çıplak halde görmüştük. Kıyafetleri, Ozan tarafından yok edilen Bekir eline geçen ilk şeyi, Gerçek Koleji flamasını, vücuduna sarıp okulun bahçesine çıkmıştı hatırlarsınız.

Mitolojik hikayelerle çok haşır neşir olduğumdan mı bilinmez, bana bu kare “Çıplak Gerçek’in” hikayesini hatırlattı. Bilmeyenleriniz olacağı için Çıplak Gerçek’in hikayesinden sizlere kısaca bahsetmek istiyorum. Gerçek ve Yalan bir gün, dışarıda buluşurlar ve Yalan, doğruyu söyleyerek havanın çok güzel olduğunu söyler. Gerçek, havanın güzel olduğunun farkındadır. Gün sahiden de çok güzeldir. Enfes bir hava vardır. Gerçek ve Yalan, güzel havanın keyfini çıkartmaya başlarlar. Yalan, diplerinde duran suya ayağını sokup yeniden doğruyu söyler ve “Su çok güzel, hadi suya girelim der,” ve suya girer. Gerçek, temkinli adımlarla suya yaklaşır ve suyu kontrol eder. Yalan, doğruyu söylüyordur. Su tatlı bir soğukluktadır. Gerçek, soyunur ve suya atlar. Yalan ile beraber bir süre yüzüp suyun tadını çıkarırlar. Derken, Yalan sudan çıkar ve Gerçek’in kıyafetlerini alarak, ortadan kaybolur. Gerçek büyük bir öfkeyle sudan çıkar ve Yalan’ı bulup kıyafetlerini alabilmek için her yerde Yalan’ı aramaya başlar. İnsanoğlu tüm gerçekliğiyle gördükleri Çıplak Gerçek’e öfkeyle bakarlar. Kimisi de gözlerini ondan kaçırır. Gerçek, insanoğlunun bu davranışlarına katlanamaz ve suya geri döner. o da tıpkı Yalan gibi ortadan kaybolur.

Hikayenin Duy Beni ile kesistiği noktalar oldukça fazla, değil mi sizce de? Bekir’in, bütün okulun karşısına flamayla çıkması, alaycı üslubu onu görenlerin Bekir’i tiye alması ve görmezden gelmesi. Çıplak Gerçek’in bir yansıması olamaz mı?

Bekir’i gören ve bir şeylerden şüphe etmeye başlayan Selim Hoca, gerçeğin peşine düşüyor. Hem Bekir’e hem de Ekim’e yaklaşarak gerçekleri öğrenmeye çalışıyor fakat kahramanlarımız inkar etmeyi tercih ediyor. Tabii bir yerden sonra Ekim, kağıda koca harflerle “BEN KORKAK DEĞİLİM,” yazsa da suyun bulanıklığı ne yazık ki berraklığa dönmüyor. Yine de Selim hocanın işin peşini bırakmayarak okulun psikolojik danışmanı Bahar hocayla görüşmesi, ona Ekim’in yazdığı kağıdı göstermesi hikaye açısından bizi ümitlendiriyor. Sessiz kalmayan, kabuğuna çekilmeyen birileri var, çok şükür artık.

Beni deliye döndüren birkaç sahne bu bölümde yaşandı. Ayşe’nin eğitim hakkı elinden alınarak bir konfeksiyon atölyesinde çalıştırılmaya başlaması, psikolojik şiddetin hem ekonomik hem de fiziksel şiddete dönüşmesi, saçımı başımı yolma isteğimi haddinden fazla arttırdı. Ayşe, hatasız demiyorum elbette ama ergen bir çocuğun istekleri ve arzuları görmezden gelinmemeli. Hasan, sadece kızının ne istediğini değil kızını da görmezden geliyor. Konuşmuyor, dinlemiyor yalnızca üzerinden vicdan kasıyor. Ayşe ne yaparsa yapsın, eğitim hakkı elinden alınamaz. Ayşe okula nasıl geri döner bilemiyorum ama bu durum daha fazla uzatılmamalı diye düşünüyorum. Müdürün, devamsızlığı takip ederek Bahar’a bu durumu belirttiğini görsek, hepimiz için iyi olacak gibi. Bilinçlenmemiz gerekiyor, değil mi?

Deli olduğum bir diğer konu “Body Shaming” olarak literatürde yer edinen, fiziksel görünüş üzerinde alaylarda bulunma kişiyi rencide etme çabası. Melisa’nın bu gaddar yanını ilk bölümde de görmüştük. Ekibinin bir parçası olan Naz’ı, görüntüsüyle rencide etmiş “Çirkin Ördek Yavrusu” olduğunu söylemişti. Bunu, sosyal medyaya da taşımıştı. bu bölümde sınırlarını oynayarak Emine adlı arkadaşının kilolarıyla dalga geçti. Yüzmesi için zorladı ve bu anlarla eğlendi. “Ben Emine’nin zayıf bir yönünü göremiyorum,” demesi de yeme bozukluğu olan Emine için oldukça can sıkıcı bir durumdu. Sadece onun için mi, can sıkıcıydı? Değildi tabii. Melisa’dan seyir keyfi alan biri olarak ekrana girip zorbalama nedir, nasıl yapılır Melisa’ya göstermek istemedim, değil. Dizinin esas durduğu nokta zorbalık olduğu için, pek ses çıkartmıyorum ama psikolojik şiddeti çocuk oyuncağı gibi kullanan karakterlerimizin yavaş yavaş iyileşme yoluna girmesini görmek istiyorum. Bahar ve Selim’in olaylara daha fazla müdahil olması bu yardımı ve iyileşme sürecini hızlandıracaktır diye düşünüyorum. Çünkü dizide yalnızca akran zorbalığı değil aile içi şiddet de gırla ilerliyor. Ayşe’nin yaşadığı şiddet sürecinden az buçuk bahsettim, annesinin sessizliği bile Ayşe için travmatik bir durum. Tek istediği iyi bir okulda iyi bir eğitim almak. Babası, mahallede yaşanılanları bu denli benimsemiş olmasa da Ayşe’yi kolejde okutur muydu şüphelerim var. Ekmek parası diyerek kızını, atölye kapısına bırakması acizceydi. On sekiz yaşının altındaki bir bireye, ebeveynleri bakmakla yükümlü. Bakamıyorlarsa, devlet himayesi boşuna değil. Ayşe üzerinden, erdem ve vicdan mastürbasyonu yapmasına gerek yok Haşmetli Hasan Abimizin.

Gel gelelim, daha karanlık tarafa Rıza’ya. Tamamen ruh hastası bir adam ve bu tarafı oğluna da yansımış. İkisi de bir şekilde, evde gördükleri şiddetin hıncını başkalarından çıkarıyorlar. Hem Kanat’ın hem Aziz’in iki ayrı yüzü var. İki kardeş de şiddet eğilimli. Özellikle Aziz, Kanat’tan daha tehlikeli. Henüz potansiyelinin farkında değil. Geçen bölüm tırtılı ezip bundan haz duyması, daha karanlık biriyle yüz yüze olduğumuzun en büyük kanıtı.

Nihayet Birbirini Saran Eller

Bölüm içinde yüzümü güldüren sahneler olmadı, dersem yalan olur. Rıza’nın yine kendine bir bahane çıkarıp Suna’ya sözlü saldırılarda bulunması, Kanat’ın gitar çalmasıyla beraber öfkesini oğluna yönlendirmesi yine Aziz’in şiddete uğrayacağını düşündürtmüştü bana yanıldım. Suna, Aziz ile yüzleşti ve Aziz annesinin gözlerine bakarak her gün yaşadığı dramı anlattı. “Siz ana oğul, babamın zorundan nasıl kurtulduğunuzu konuşurken ben rutin dayağımı yiyeceğim,” dedi. Kapı kilitlemenin bir çare olmadığını, günün sonunda o dayağı yiyeceğini annesine söyledi. Suna, klasik müziği son ses açmak yerine bu bölüm oğlunun yanına oturdu ve ellerini sıkıca sardı. Rıza, anne-oğlu yan yana görünce geri çekildi ve Aziz’e dokunmadan odadan çıktı.

Suna ve Aziz

Rıza’nın, Suna’ya dokunmama sebebinin Kanat’ın bahsettiği dededen kaynaklandığını düşünüyorum. Bu küçük bir teori olacak ama şahsım adına kuvvetli bir teori olduğunu düşünüyorum. Suna, malikanenin hizmetlisi olabilir ve Rıza, Suna’ya cinsel bir saldırıda bulunmuş olabilir. Suna’nın hamileliği ikisinin evlenmesine sebep olurken Rıza’nın babası, mirası yönetilmenin tek yolunun bu evliliğe bağı olduğunu söyleyen bir vasiyet bırakmış olabilir. Böyle düşünmemin birkaç sebebi var. İlki Rıza’nın, Suna’ya “Seni geldiğin çöplüğe döndürmek vardı da,” demesiyken diğer sebebim Suna’ya hiçbir şeyi yakıştıramaması, sürekli aşağılaması. Aşağılarken de Suna’dan bir paçavraymış gibi bahsetmesi. Kendi çocuklarına “Bozuk Gen,” dediğini de duydunuz değil mi? Bunlar statü farkına çanları çalıyor gibi.

Birkaç sır bu bölüm de ortaya çıktı. Tahmin ettiğimiz gibi, Leyla ile konuşan Aziz. Bunu bilerek ve planlayarak yapıyor. Nasıl bir motivasyonu var bilinmez ama büyük ölçüde, Kanat’a zarar verme derdinde gibi. Leyla’yı konuşmalarıyla etki altına alması hem Kanat hem de diğerleri için canlı bomba etkisi yaratacak bence. Kanat’ın ona aşık olduğunu düşünen Leyla her şeyi yapabilecek durumda ne yazık ki. Çocukluk arkadaşını bile karşısına almaya hazır.

Yine tam bu noktada bir teorimden daha bahsetmek istiyorum. Aziz’in, Leyla’ya Melisa için intihar ettiğini söylemesi, öylesine ortaya atılmış bir yalan değil gibime geliyor. Melisa daha önce intihar etmiş olabilir. Kanat’ın, Melisa’ya karşı o kalın duvarlarının olmayışı bundan kaynaklanıyor olabilir. Ama tabii bu sadece bir çıkarım. Bir teori.

Açığa çıkan bir diğer sır, Kontrol Odası’nda kimlerin olduğuydu. Burada da hedefi on ikiden vurduk. Kanat, Melisa ve Ozan, bu kanlı oyunun parçası çıktı. Üçü de Melisa’nın paylaşımına gelen yorum üzerine tutuştu. Melisa, Ekim’den şüphelenip Ozan’ı ve Kanat’ı kışkırtırken okulun müdürü Fikret’in şüphe listesinde Halil vardı. Yaşanan her şeyden Fikret gibi Halil’de haberdar ve para karşılığında sahip olduğu bilgiyi satmış. Biz sadece, Halil’in okuldan birinin kazaya sebep olduğunu sanırken yaşanılanlar, olayların pek de öyle olmadığını gösterdi. Halil, çok daha fazlasını biliyor. Kazaya neden olanın kimler olduğunu biliyor olabilir. Hatta çok daha fazlası bile olabilir elinde. Belki histeri kriziyle gelen bir itiraf belki Ziya hocanın kalp krizi belki bambaşka bir şey… Kim bilir?

Hazal, Hazal, Hazal. Kendimi yineleyeceğim ama Hazal pek de masum biri gibi değil. Melisa gibi açıktan oynamak yerine kendini saklıyor gibi geliyor bana. İzleyicilerden biri Kontrol Odası’ndaki kızın Melisa değil de Hazal olduğunu söylemiş, görüntüler bu teoriyi kuvvetlendiriyor. Kontrol odasındaki kızımız sahiden de Hazal olabilir.

https://twitter.com/Nazerol23/status/1551885021677510656?s=20&t=0kY1ke_kUvbdAO8uw3yJ6w

Süleyman’ın “Kızımın hapse girmesine izin veremem,” dediği başka bir ilişkiden olan babasının soyadını almayan Hazal’dır belki de. Seyircinin aklını karıştırmak, okları Melisa’ya çevirmek için yapılan bir kelime oyunu olamaz mı bu? Neden olmasın? Çok mu entrikaya, bağladım? Olabilir. Melisa bu işe Kanat için karışmış olabilir. Tek derdi, Kanat’ı kurtarmaktır, belki de. Ne dersiniz?

Şimdi biraz da romantik ilişkilerden bahsedelim.

EkKan ve OzMel! Dinamikleri yüksek iki ayrı çift. Açıkçası ben uzun vadede bu çiftleri görebileceğimizi düşünmüyorum. Evet, geçtiğimiz bölüm bir öpüşme yaşandı ama bu, duygulu bir yakınlaşma değildi. Fragmanda da gördüğümüz gibi, iki tarafında birtakım planları var. Fakat ortada olan bir diğer gerçek, Ekim’in Kanat’tan, Kanat’ın Ekim’den etkilendiği. Birbirlerine çekiliyorlar fakat ikisi de, diğerinin kendisi için tehlike olduğunu biliyor. Bu yüzden her adımları planlı ve temkinli. Ava giderken avlanmaları oldukça muhtemel.

Ozan ve Melisa’ya gelirsek… Beni alevlerin ortasına atan çift. Enerjileri o kadar yüksek ki, ekrana kilitlenip kalıyorum. Ozan’ın tutkusunu hissetmemek imkansız. Abartmıyorum, son zamanlarda izlediğim ve beni kendine çeken tek ikili Ozan ve Melisa olabilir. Ozan’ın cüretkarlığı, Melisa’nın bilinçli adımları alev atan dayılara dönmeme sebep oluyor. Dinamikleri çok başka.

Oyuncuların her birini ayrı ayrı paragraflarla övebilirim ama bu bölüm için üç genç yetenekten bahsedeceğim. İlki Burak Can olacak. Aziz’i bize daha iyi yansıtabilecek biri var mıdır, sanmıyorum. Yaşadığı korkuyu, hissettiği çaresizliği ve öfkeyi göz bebeklerine kadar yansıtıyor. Kendisini izlerken “Vay sosyopat,” demeden edemiyorum. Öylesine muhteşem bir seyir zevki veriyor ki, Aziz için bir spin off çıkabilir diyorum, kendi kendime.

Bir diğer övgüm, Helin Kandemir’e olacak. Histerik bir karakteri canlandırıyor ve üstünden kalkmayı başarıyor. Girdiği duygusal karmaşa, mantığı ve duygularının birbirine girmesi, bocalaması fazlasıyla sahici. Helin’de tıpkı Burak gibi, göz bebeklerinde yaşatıyor tüm duygularını.

Ve ve ve. Ozan’ım. Utku Coşkun. Kendisini ilk kez bu projede izledim ve bayıldım. Bayılmak ne kelime? Aşık oldum. Psikopatlığı öyle güzel yansıtıyor ki seyirciye, aşırı seyir zevki alıyorum. Ozan’a kendinden bir şeylerde katıyor, üstelik. İlk bölüm gördüğümüz sarkastik hareketlerin birçoğu Utku’nun doğaçlamasıymış. Bu, Ozan’ı nasıl sırtlandığını göstermiyor mu? Umarım, hak ettiği değeri görür. İşini ciddiye alan her oyuncuya bayılırım. Utku’da listemde yer almaya hak kazandı şimdiden. Yolunuz açık olsun, gençler!

Duy Beni dördüncü bölümüyle perşembe akşamı Star tv’de! Kaçırmayın derim.

Üçüncü bölümü izlemek için tıklayın.

error: Korunan İçerik!