Ali Aydın: Her Projede Kendinize Meydan Okumanız Lazım

Ali Aydın: Her Projede Kendinize Meydan Okumanız Lazım

Çarpışma dizisinin yanı sıra, Küf ve Kronoloji filmleri ile tanınan ve Küf ile Venedik Film Festivali, Selanik Film Festivali gibi uluslararası festivallerden ödülle dönen yönetmen ve senarist Ali Aydın ile sektör üzerine söyleştik. Kendisine samimi açıklamaları ve bu keyifli olduğu kadar aydınlatıcı da olan sohbet için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

  • Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü’nde okurken yolunuz bir sinema filmiyle kesişmiş ve bu sinema filminde stajyer olarak sektöre adım atmışsınız. Filmografinize baktığımızda Ihlamurlar Altında, Ejder Kapanı, Canım Ailem gibi döneminin en çok izlenilen, beğenilen, bugün bile konuşulan projelerinde yardımcı yönetmen olarak görüyoruz sizi. Set önü ve arkasında hayranı olduğumuz inanılmaz iyi isimler var. Deneyimlediğiniz ilk projelerinizin size bir yönetmen ve senarist olarak katkıları neler oldu?

Bildiğiniz gibi yaptığımız iş sette çalışarak öğrenilebilecek bir iş. Türkiye’deki hiçbir Üniversite sizi setteki koşullara hazırlayacak güce sahip değil. Orada -Üniversitede- öğrendiklerinizin çoğu teoride kalır. Oysa sinemanın asıl meselesi pratiğe geçtiğinde başlar. Ben de bütün bu pratiği setlerde öğrendim ve bugün benden tavsiye isteyenlere verdiğim ilk öneri de normal olarak setlerde çalışmaları oluyor. Sette film ya da dizi yapımının bütün evrelerine şahit olursunuz ancak orada başka önemli bir şeyi daha öğrenirsiniz; bu da oyuncu yönetimidir. Bugün en zayıf olduğumuz noktalardan biri oyuncu yönetimi. Yönetmenlerin oyuncularla kurdukları iletişimi son derece sorunlu bulduğumu söyleyebilirim. Bir oyuncuya ne istediğinizi açık ve anlaşılabilir bir şekilde anlatmakla mükellefsiniz. Bunu başarmak zorundasınız aksi takdirde hiçbir oyuncuya eleştiri getirmeye hakkınız olmaz, olamaz. İkinci en önemli mesele de teknik bilgiye sahip olmak. Set buna maruz kaldığınız bir yerdir. Görüntü Yönetmeni, Sanat Yönetmeni, Işık Şefi ya da Kostüm sorumlusu ve Makyözün nasıl çalıştığını onlarla çalışarak öğrenirsiniz. Son olarak, sette çalışmış olmak dramatik ve teknik olarak çekilebilir sahneler tasarlamanızı, yazmanızı sağlar. Set deneyimi olmayan senaristler genellikle kariyerlerinin ilk dönemlerinde çekilemeyecek sahneler yazarlar ve siz de yönetmen yardımcısı olarak bu sorunlarla boğuşmak durumunda kalırsınız.

  • 2012 yılında ilk uzun metraj filminiz olan Küf ile seyirci karşısına çıktınız. Birçok ödül alan film eleştirmenlerin de izleyicilerin de beğenisini kazandı. Bilhassa filmin final sahnesi izleyenleri sarsmış ve etkilemişti. Bir röportajınızda, final sahnesi için “acının pornografisini” yapmak istemediğinizi belirtmişsiniz. İtiraf etmeliyiz ki, dramın pornografisinin her tonunu bizlere göstermeye hazır olan bir sektörde bu isteğiniz ve çabanız hayranlık uyandırıcı. Küf ile ilgili soru sormadan önce bir konuya değinmek istiyorum. Siz de farkındasınızdır, “Acı, daha çok acı! Bu da yetmez ekstra acı!” dercesine yazılan/yazdırılan dizilerimiz günden güne artıyor. Oysa iyi anlatılan bir hikaye, dahasını göstermeden de anlaşılabiliyor. Üstelik seyircinin beğenisini de kazanabiliyor. Ana akımın bu ajitasyon işlerdeki ısrarı sadece “reyting kaygısı” olarak nitelendirilebilir mi? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kimi şeyleri çok açık konuşmadığımız için ya da bu konularda entelektüel anlamda konuşabilecek insan sayımız çok az olduğu için artık tam anlamıyla dümeni olmayan bir gemi gibiyiz. Bir kere şu konuda emin olabiliriz: Sektörün yönünü belirleyen yapımcılar risk almayı geçtim yapılmış ve başarılı işlerin replikalarını üretmekten öteye gidemiyorlar. Söz gelimi 2024 Yılında tutmuş bir işin 2025 yılında minimum dört ya da beş replikasını prime time’da görmek neredeyse kesin gibi. Kalan projeler de replikanın replikasından oluşuyor. Özgün iş dediğimiz şey her yıl, üç ya da dört projeyle yakalanabiliyor. Yani hiçbir veriye, araştırmaya dayanmayan tam anlamıyla kör dövüşü halinde ilerleyen bir yapıya sahibiz. Uyarlamalardan bahsetmiyorum bile. Kore’de, Japonya’da çok izlenmiş işlerin replikalarını üretmek bir yapımcı başarısı değil. Bu uyarlanan projenin başarısıdır. Yani yapımcılarımız buradan kendilerine bir pay çıkarmasınlar. Hal bu olunca bayağılık geçer akçe oluyor. Ve bayağılığın vasatla olan ilişkisi de sandığımızdan çok daha güçlü. Buradaki geçer akçe para olunca ve entelektüel anlamda dramaya dair hiçbir fikri olmayan yapımcılarımız kreatif ekiplere tutan projede ilgiyi şiddet çekmiş ise bunun daha da fazla olmasını talep ediyorlar. Ouroboros gibiyiz. Hani kendi kuyruğunu yemeye başlayan mitolojik yılan. Kendi kuyruğumuzu yemeye epey bir zaman önce başladık. Doğası gereği bir süre sonra kendi sektörümüzü nasıl baltaladığımızı anlamadan her şey olup bitecek. Asıl trajik olan da “izleyici bunları izlemek istiyor” gibi nereden edinildiği belli olmayan sarkastik bir cümleyle muhatap olmanız. Hayır, izleyici bunları izlemek istemiyor, biz dayatıyoruz ve dayattığımız işler de mecburen izleniyor çünkü bugün hala milyonlarca insanın tek eğlencesi diziler. Bilimsel anlamda hiçbir saha araştırması yapmayan, saha araştırmasının ne olduğunu ve hangi başlıklar altında yapılması gerektiğinin bile farkında olmayan bir yapıdan da farklı bir şey beklenemez.  

  • Küf, bir bekleyiş ve bir kayıp hikayesi. Plan sekanslarının ağırlıkta olmasıyla bu anlatımı seyirciye aksettirmişsiniz. Özellikle tren istasyonu dikkat çekici bir seçim olmuş. Tüm bunları seçerken, hikayeyi oluştururken etkilendiğiniz size ilham olan şeyler nelerdi?

Beni etkileyen tek bir şey vardı: İnat! Yani Cumartesi Annelerinin çocuklarının kemiklerini almak için gösterdikleri o müthiş inat, direniş, adalet talebi… Adına her ne dersek diyelim bu insan üstü bir şey. Kayıp yakınlarının halleri tarif edilemeyecek kadar zor. Başarabilirsem şöyle anlatmaya çalışayım: Evinizin kapısının her gün açılacağını ve sevdiğiniz ama elinizden alınan kişinin geri geleceğini, döneceğini düşünün. Bu insanlar yıllardır bu haldeler. Sevdiklerinin ölümünü kabullenmiş olmaları da bir şeyi değiştirmiyor çünkü ortada ne cenaze var ne de bir mezar. Yani yas tutamamış, sevdiğinin ölümünü kabullenebilmek için ziyaret edilecek bir mezar bile yok. Bu yetmemiş gibi uzun bir süre boyunca her Cumartesi gözaltına alındılar.

Ancak benim filmi inşa edebilmek için bir kavrama ihtiyacım vardı. Bunu da senaryo yazım evresine başlamadan bulmak zorundaydım. Bu ikinci kavram ise Zaman’dı. Yani bu insanların maruz kaldıkları Zaman’ı biraz olsun izleyiciye yaşattırabilirsem bu filmin nihai hedefine ulaşacağını düşünüyordum. Bu nedenle film uzun plan sekanslardan oluşmak zorundaydı. Yavaş olmak ve karakter de aynı inatla beklemeye, evladının kemiklerini talep etmeye devam etmek zorundaydı. Dolayısıyla zamanın kendisini de bir unsur olarak kullanabilmek filmi daha da güçlü kıldı. En azından ben böyle olduğunu düşünüyorum.

  • Kronoloji’ye de bir parantez açmak istiyorum. Hikayesiyle, anlatımıyla beni çok etkilemişti. Okuyucular adına kısa bir özet geçmem gerekirse, mutlu bir çift gibi görünen ama aslında pek de mutlu olmayan Nihal ve Hakan çiftinin hikayesi, Nihal’in ortadan kaybolmasıyla ele alınmaya başlanıyor. Bu kayboluş çiftin ilişkilerinin düşünüldüğü kadar pürüzsüz olmadığını ortaya çıkarıyor. Spoiler vermemek adına daha fazla detaya girmek istemiyorum. Ama kesinlikle izlemeyenler için Kronoloji’yi öneriyorum. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin nedeni olarak görülen ataerkil sistemin kadını değersizleştirmesini, ötekileştirmesini, yalnızlaştırmasını ve şiddete maruz bırakmasını izlerken çarpıcı sahnelerle karşı karşıya kalmıştık. Sizi bu hikayeyi yazmaya teşvik eden, ilham kaynağı olan olayın ülkemizde yankı uyandıran bir cinayet olduğunu öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu. Aklıma da o an için tek bir olay gelmişti. Kronoloji’yi yazarken etkilendiğiniz bu olay senaryoya ve çekim aşamasına etkileri nelerdi? Hakan’ı bu denli soğukkanlı, Nihal’i tedirgin, komiseri vurdumduymaz ve duygusuz yazıp oyuncuların da senaryoyu sindirerek müthiş performanslar sergilediğini gördüğünüzde ne hissettiniz? Oyuncular, sizi etkileyen olaydan haberdar mıydı? 

Evet, haberdardılar fakat burada asıl ilgilendiğimiz kavram hakkında yani ikiyüzlülük hakkında çok daha uzun konuşmalar yaptığımızı söyleyebilirim. Toplumumuzun şiddet söz konusu olduğunda nasıl iki yüzlü davrandığını anlayabilmek ya da anlatabilmek asıl amacımdı. Bu nedenle filmi ikiye bölüp izleyicinin filmin ilk bölümündeki duygularıyla ikinci bölümde hesaplaşmasının filmi daha da dinamik kıldığını düşünüyorum. Bu iki yüzlülüğe dair pek çok tepkiyi de filmden sonra yaptığımız soru cevaplarda ziyadesiyle yaşadım diyebilirim. Örneğin Busan Film Festivalinde ve Goa’da erkek izleyiciler film bittikten sonra çok rahatsız oldular ve bunu da sorularını sorarken hissettirdiler. Bu iki toplum da -Kore ve Hindistan- kadına yaklaşım konusunda bizimle çok paralel bir noktadalar. Erkekler, -dinin de açtığı alanla- sarsılmaz bir konumları olduğu konusunda hala iddialılar fakat bunun çok uzun süreceğini düşünmüyorum; çünkü hem Türkiye’de hem de dünyada kadın hareketi gün geçtikçe daha da güçleniyor. Kadınlar güçlendikçe hep toplumsal hem de yasal anlamda varlıklarını görmezden gelenlere gerekli dersleri veriyorlar. Kadınları hayranlıkla izlediğimi söylemiş olursam meseleyi abatmış olmam. Üstelik şu halde değişmek bir keyfiyet değil, zorunluluk. Biz de bize benzeyen toplumlar da değişecek. 

  • Sosyal medyada yaptığınız açıklamalardan sonra bir çığ etkisi yarattınız. Peşi sıra sektörle ilgili sitemler gelmeye başladı. Etkilerini de gördük. Bu tekelleşme sürecinin uzun süredir sektörü ele geçirdiğini düşünmekteyim. Elinizde o çok güvendiğiniz özgün işinizle yapımların kapısını çaldığınızda “Bizim kendi senaristlerimiz var,” diyerek üç hayırla red yenildiğine şahit oluyoruz. Kimsin, necisin, ne yaptın, ne yazdın sorulmuyor bile. Sizce yaşanan son gelişmeler, sektör için umut vaat ediyor mu? Yoksa aynı tas aynı hamam devam mı edecek? Yeni kalemlerin, yeni isimlerin şansı olacak mı?

Bütün bunlardan önce kendimize şunu sormak zorundayız: İçinde bulunduğumuz sektör, meslek grubu adına her ne dersek diyelim eşitlikçi mi? Hayır, değil. Oluşumu 90’lara dayanan ve kimi “patronlar”ın elinde sadece para odaklı ilerleyen bu sürecin çok uzun bir süre ilerlemeyeceği kesin. Nedeni de yurt dışı satışlarla milyonlarca dolar kazanan yapımcıların sektöre yatırım yapmaktansa sadece kendi güçlerini ve zenginliklerini düşünmeleri. Her yıl yayına giren dizileri ve bu dizilerin neler olacağını belirleyen yapımcıların ne Türkiye gerçeklerinden ne de sokağın yani toplumun dertlerinden haberdar olmadıklarını düşünüyorum. Nasıl olsunlar ki, hayatları plazalarda geçiyor.

Bir de şunu konuşmamız lazım: Biz soap opera yani Türkçeleştirirsek pembe dizi üretiyoruz. Ürettiğimiz diziler çok ama çok az ülkede haftalık olarak prime time’da yer buluyor. Hemen hemen bütün dizilerimiz gündüz kuşağında ve günlük yayınlanıyor. Yani biz pembe dizi üretiyoruz. Ve bu dizileri de kötü bir şekilde üretmeye başladık. Ne hikaye ne de karakterler üzerine derinlemesine çalışma imkanı bulmadan diziler gösterilmeye başlanıyor ve bu şekilde hazırlanmış projeler de genelde üç bölüm sonra yayından kalkıyor. Yapımcılar iki üç iş hazırlayıp hangisi tutarsa onun üzerine eğiliyorlar. “Ya tutarsa” gibi bir niyetle yıllık kazancı bir milyar doları bulan bu sektör bu şekilde daha fazla ilerleyemez; bunu da satış rakamlarının düşmesiyle çok uzak olmayan bir gelecekte hep birlikte yaşayacağız.

Son olarak: Burada kabahati kendimizde de aramak gerektiğini düşünüyorum. Haklılığımızın açık seçik ortada olduğu bir durumda bile böylesine derin bir sessizliğe gömülen sektör çalışanlarını anlamadığımı ve bilerek susanlara, değişimi talep etmektense kendini kurtarmaya çalışanlara saygı da duymuyorum. Çünkü değişimi itiraz ve itiraz edilen başlıkları konuşmak getirir. Susarak değişim gerçekleşmez aksine susmak çürümeye, yozlaşmaya ortak olmak demektir.

  • Rûmi, Çarpışma, Kehribar, Küf, Kronoloji… Hepsinin ana hikayesi, teması birbirinden farklı. Özgün hikayeleri oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz? Olmazsa olmazlarınız nelerdir?

Küçük bir düzeltme: Kehribar’ın hikayesi bana ait değil, sevgili arkadaşım Sinan Tuzcu’nun hikayesiydi. Ben senarist olarak onunla çalışmıştım.

İlk dikkat ettiğim şey elbette kontrast yani çatışma. Çatışma ne kadar güçlü ise hikayenizin ya da filminizin o kadar güçlü olma potansiyeli var. Elbette bu çatışmayı sürdürecek, mücadele edecek karakter de bu çatışma fikri kadar önemli. Bu ikisini uygun bir armoniyle bir araya getirmek ve yan karakterlerin de ana çatışma etrafında tasarlanması, ana hikayeye ve ana karaktere hizmet etmesi de dikkat ettiğim bir başka mesele. Ancak en önemlisi şu: Sevmediğim hiçbir hikayeyi yazmıyorum çünkü böyle bir şey söz konusu olduğunda mesleki olarak tatmindense acı çekiyorsunuz. Kimse sevmediği bir şeyi yazamaz. Oradan iyi bir hikaye ya da karakter çıkmaz. En azından bu benim için böyle. Her projede kendinize meydan okumanız lazım. Ben böyle yapmaya çalışıyorum. Beni hem bir yazar hem de bir yönetmen olarak zorlayacak kavramlar, hikayeler ve senaryolarla ilgilenmeyi çok sevdiğimi söylemeliyim.

  • Hem bir yönetmen hem de bir senarist olarak cast aşamasına ne kadar dahilsiniz? Yeni yüzlere şans vermeye açıksınız fakat ne yazık ki sektörde işler böyle yürümüyor. Sektörde bir projeye adımlamak için “Network” her şey olmuş durumda. Oyuncu, senarist, yönetmen ve reji adaylarına önerileriniz nedir? Ne yapmak lazım, var olabilmek için? 

Kendi filmlerimde elbette cast sürecinin tüm aşamalarında müdahilim fakat televizyon için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Aklımda bir oyuncu var ise elbette yapımcıya öneride bulunuyorum ancak dizi söz konusu olduğunda -kafanızı kaşıyacak vaktiniz olmadığı için- cast sürecinden müdahale etmem gereken bir şey olmadığı sürece uzak duruyorum.

Şu an oyunculuların kaderini menajerlerin belirlediğini de açıkça belirtmek gerekli. Menajerleri denetleyecek hukuki anlamda hiçbir sistem, yapı olmadığı için istedikleri oyuncuları istedikleri projelere yerleştirebiliyorlar. Sadece bununla da kalmayıp baş rol oyuncusunu projeye yerleştiren menajer, belirlenmiş rolleri bile yeniden belirleme küstahlığını gösterebiliyor pekâlâ. Buna müdahale edebilecek oyuncular sendikası ise ölü taklidi yapmaya devam ediyor. “Şayet ses çıkarırsak mobbinge maruz kalırız” cevabını anlamadığım gibi bu cevabın arkasına sığınanlara da saygı duymuyorum.

Mücadele etmeden hiçbir hak alınmaz. Mücadeleyi topyekûn bir hale getirmedikçe de değişim olmaz. Her birimizin sorumluluğu mobbing denen -hukuki anlamda da cezai müeyyidelerle cezalandırılan- tabiri caizse aba altından sopa olarak gösterilen bu pespayeliğe aldırış etmeden haklarımızı talep etmek olmalı. Bunun için herkesin meslek birliklerine üye olması gerekli ve üyelikle birlikte de itirazı dile getirmek şart. Aksi halde değişim mümkün olmaz.

  • Sosyal medyanın giderek güç kazanmasıyla bazı senaristler/yapımcılar yönlerini sosyal medyadan gelen tepkilere göre şekillendirmeye başladı. Fan servis yapan isimleri azımsamamak lazım. Biliyoruz senaristin üstünde hep bir baskı vardır. Reyting kaygısıyla yapılan yönlendirmeler ezelden beri var fakat dijitalde bile sosyal medyanın etkisini görebiliyoruz. Bir senarist kendi hikayesini var edemeyecekse kendine ihanet etmiş olmaz mı? Bu konu hakkında düşünceniz ne?

Kendini bir kişi, birey olarak ifade edemeyen ya da anlamlandıramayanlar varlıklarını bir başkası üzerinden var etmeye çalışırlar. Bu kitleyi de genellikle ergenliğin içindeki gençler oluşturur. Şayet yapımcı ya da senaristler böyle bir ahmaklıkla dizilerinin, hikayelerinin yönünü değiştiriyorlarsa bunlarla ilgili söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını belirtmek zorundayım.

  • Tabi platformunda yayınlanan Rumi, tasavvufi bir hikaye ve dönem işi. Dönem işlerine hep ilginiz var mıydı? Dizinin yaratım sürecini bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Açık konuşmam gerekirse Rumi projesi yaşamsal anlamda yönümü belirlememe vesile oldu diyebilirim. Böyle bir cümle kurduğumda genelde insanlar tasavvufa yöneldiğimi düşünüyorlar. Hayır, tasavvufa yönelmedim tam tersi felsefeye yöneldim. Çünkü tasavvufu anlayabilmek için felsefe ile çok yakın bir temas halinde olmanız gerekli. Sadece bu da değil; Antropoloji, Dinler Tarihi ve Tarih de bu özel alanı kavrayabilmek için olmazsa olmazlar bence.

Rumi’yi çalıştığım süre boyunca bir başka iki yüzlülükle de yüzleşmek zorunda kaldım. Bu da Rumi söz konusu olduğunda Şems ile alakalı akla getirilen o çok bilindik kalıptı: Şems ve Rumi ilişkisini anlamdırmak için atfedilmiş ve cinsel kimlikleriyle ilgili tüm hikayelerin bir yalandan ibaret olduğu… Üstelik kimsenin ne o dönemle ne de Rumi’nin eserleriyle ilgilenmediğini de görünce ve iddiaların da yaftadan öteye gidemediğini görmenin midemi bulandırdığını söylemeliyim. Bizde geçer akçe yafta imiş. Bunu anlayınca da kendi açımdan siyaset meselesinin, düşünsel anlamda dahil olduğum sol/sosyalist geleneğin ülkenin içinde bulunduğu yozlaşmadan fazlasıyla nasibini aldığına şahit oldum. Bu nedenle son iki yıldır hiçbir siyasi yönelimin umurumda olmadığını açıkça belirtmeliyim. Umurumda olan tek şey ise İnsan. Sahip olduğu dinsel, cinsel ve siyasal anlamdaki bütün yaftaları bir kenara koyarak yeniden insan olmaya çalışmanın en değerli mesele olduğuna inanıyorum. 

•  Günümüz ekonomisinde bağımsız film hatta kısa film bütçeleri bile ciddi boyutlara ulaştı. Bu şartlar altında İlk filmini çekecek olanlara tavsiyeleriniz var mı?

Bu şartlar altında ilk film çekmenin mümkün olmadığı bir gerçek. Ancak ilk filminin çekecek yönetmen adaylarının şunu da bilmesi gerekli: Şayet elinizde hazır bir bütçeniz yok ise film çekme sürecinin 3-4 yıla yayıldığını kabullenmelisiniz. Ve daha da önemlisi bu üç-dört yıllık süre boyunca nasıl yaşayacağınızı çok iyi hesap etmeniz gerekli. Aksi takdirde kendinizi ekonomik anlamda en dipte bulabilirsiniz.

Şu aşamada kısa filmin ne kadar değerli bir tür olduğunu da yeniden hatırlatmam icap ediyor. İyi yazılmış senaryolarla ve iyi görüntü yönetmenleri ve iyi oyuncularla çekilmiş kısa filmler Avrupa’daki festivallerde boy gösterirse bu ilk filminize ulaşacak yolu daha sağlam örmenize vesile olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Korunan İçerik!