Yeşim Çelebi: “Oyunculuğun en sevdiğim yanı, bu üretim sürecinde çok farklı insanlarla temas hâlinde olmak.”
Sizi daha yakından tanımayı çok isteriz. Bize dışarıdan herkesin göremediği Yeşim Çelebi’yi biraz anlatır mısınız? Mesela, sizi çok iyi tanıyan birine sorsak Yeşim’i bize nasıl anlatırdı?
Muhtemelen kaliteli zaman geçirmeyi ve gülmeyi çok seven biri olduğumu söylerdi. Küçük ve güvenli bir dünya kurmak, o dünyada samimiyeti yakalamak hep arzuladığım bir hedefti; yavaş yavaş buna ulaştığımı hissediyorum. Biraz takıntılı olduğum da söylenebilir; kendi rutinleri ve yöntemleri olan biriyim. Bunu da disiplin, kendime koyduğum hedeflere duyduğum inanç ve azimle açıklayabilirim.
London Academy of Music & Dramatic Art (LAMDA) gibi prestijli bir kurumda oyunculuk eğitimi aldığınız belirtiliyor. Bu eğitim sürecinde sizi en çok hangi ders ya da uygulama dönüştürdü?
Aslında lisans eğitimimi Amerika’da, Yale Üniversitesi Tiyatro ve Performans Sanatları bölümünde tamamladım. Bu süreçte bir dönem LAMDA’da Klasik Oyunculuk programına katılma şansım oldu. Zaten yakından takip ettiğim İngiliz tiyatrosunu yerinde deneyimlemek benim için büyük bir tecrübeydi. Bugünkü çalışmalarımda da sürekli dönüp baktığım bir süreç oldu.
Özellikle “ensemble” kavramı hâlâ çalışma biçimimin merkezinde. Bir ekip olarak var olmak, başarıyı da başarısızlığı da kolektif bir şekilde sahiplenmek… Eğitimimizin ilk gününden son gününe kadar bununla yoğrulduk. Kolektif bir iş yapmak; birlikte öğrenmek, birlikte gelişmek demek. Bu disiplin profesyonel hayatımda yaptığım işten hem daha çok verim hem de daha fazla keyif almamı sağlıyor.
Tiyatro geçmişinizden gelen alışkanlıklarla kamera için oyunculuk arasında hangi benzerlikler ve farklar var?
Ben bu sorunun cevabını biraz matematiksel görüyorum. Tiyatroda da kamera karşısında da bir karakter yaratmaktan sorumluyuz. Hikâyeyi ve karakterin o hikâyedeki yerini anlamak temel amaç. Kamera, yakın planın samimiyetiyle daha içsel bir yolculuğa alan açıyor ama aynı zamanda “-mışgibi yapma” ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyor çünkü kamera her şeyi görüyor. Tiyatrodaysa seyirciyle doğrudan temas var; değişkenler çok daha net ve tekrar şansı yok.
O içsel süreci her seyirciyle anbean paylaşmak ve her an bedeninle orada olma hâli bambaşka bir hazırlık gerektiriyor. Karşılığında da seyirciyle kurulan o canlı temasın çok özel bir tecrübesi var. Her iki performans biçiminin de benim için tadı ayrı.

İlk audition çekiminizi hatırlıyor musunuz?
İlk audition’ımı üniversitede bir tiyatro oyunu için vermiştim. İlk senemdi ve bir Shakespeare uyarlamasıydı. Kendimi gerçekten sudan çıkmış balık gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Dil bariyerinden, audition kavramını ilk kez deneyimliyor olmama kadar birçok unsur beni epey zorlamıştı.
O gün “Ben neredeyim ve ne yapıyorum?” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Ama iyi ki öyle olmuş. Konfor alanımı zorlamış olmak bana çok değerli bir ders verdi. Emek olmadan yemek olmuyor. Eğer gerçekten kalbinde bir şey istiyorsan, onu denemek ve çabalamak çok önemli. O yüzden içimdeki heyecan ve ısrar bana yol gösterdi diyebilirim.
İlk profesyonel diziniz olarak geçen Kırık Hayatlar’daki Esin Kocabey karakteri sizde nasıl bir iz bıraktı?
Kırık Hayatlar, benim için daha çok set ortamını tanıdığım, kamera deneyimi kazandığım ve işin mutfağını öğrendiğim bir süreç oldu. Esin Kocabey karakteri çok uzun süreli bir yolculuk olmadı ama mesleğe ilk adımımı attığım proje olması bakımından benim için değerli bir tecrübeydi. Oyunculuk anlamında kendimi tanımama, kamera karşısındaki ritmimi keşfetmeme yardımcı oldu diyebilirim.
Bahar dizisinde genç Bahar’ı canlandırırken, karakterle kendi gençliğiniz arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
Bahar, kendi hikâyesini yazarken benden çok daha farklı kararlar almış bir karakter. Mesela duygularını dinleme konusunda benden daha cesur. Ama günün sonunda hayatın karşısına çıkardığı engelleri, kendi kapasitesince aşmaya çalışması beni ona bağladı. Koşullar ne olursa olsun özünü kaybetmemesi, yeniden keşfetmeye kararlılıkla devam etmesi… Kendinden daha savunmasız canlılara duyduğu sevgi ve o sevgiyle hareket etme hâli, benim gençlik yıllarımdaki hayata bakışıma oldukça paralel.
Kamera karşısında gençlik dönemi karakteri canlandırmak sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Var olan bir karakterin gençliğini oynamak benim için ilk deneyimdi. Bu konuda kendimi şanslı hissediyorum çünkü Demet Evgar proje öncesinde de çok severek takip ettiğim bir oyuncuydu. Onun yaratım sürecini gözlemlemek, sette denk geldikçe bu konuda sohbet edebilmek benim için çok sağlam bir temel oluşturdu.

Kariyer anlamında da hem çok sevilen bir oyuncunun hem de izleyici tarafından bu kadar sahiplenilmiş bir karakterin gençliğini oynamak beni çok motive etti. Bahar, hep “iyi ki parçası oldum” diyeceğim bir proje olarak kalacak.
Bu yolculuk sizi nasıl şekillendirdi?
Açıkçası “Bu iş beni nasıl şekillendirir?” düşüncesiyle işe başlayan biri değilim; soruyu okuyunca düşündüm. Her işimde şükür ki üzerine koyarak, öğrenerek ve umarım öğreterek ilerlediğim bir yolculuğa çıktım.
Zorlandığım zamanlar da oldu; özel hayatımda ve işin kendi dinamiklerinde… Ama oyunculuğun en sevdiğim yanı, bu üretim sürecinde çok farklı insanlarla temas hâlinde olmak. Bu çeşitlilik benim gelişimime katkı sağlıyor. Sanırım sürece beklentisiz girmek de keşif alanını büyütüyor.
Sette unutamadığınız bir an ya da dönüm noktası oldu mu?
Bahar’ın ilk sezon çekimleri sırasında, bir gün bölümde flashback sahnesi olmamasına rağmen Neslihan Hocanın beni sete çağırdığı haberini aldım. Ne çekeceğimizi bilmediğim için hem heyecan hem merak vardı. Ama Neslihan Hocanın anlatım diliyle tamamen karakterin duygusuna teslim olduğum, hem teknik hem oyunculuk açısından keşif dolu bir sahne çektik.
Ekip ruhunu iliklerime kadar hissettiğim, kamera arkasının emeğine bir kez daha saygı duyduğum bir andı. Hâlâ arada o sahneye dönüp baktığımda tüylerim diken diken olur.

Oyunculuğunuz dışında başka bir sanat dalıyla ilgileniyor musunuz? Bu alan oyunculuğunuza nasıl yansıyor?
Müzikle daha çok ilgilenmek isterdim; bu aralar piyano öğreniyorum ama iyi bir dinleyiciyim. Kendim için yazdığım şeyler de var ama henüz paylaşma cesaretine gelmedim.
Yazmak ihtiyacı aslında oynamak ihtiyacıyla kesişiyor bence; bizim için değerli hikâyeleri paylaşma arzusu ortak. Bu nedenle yazma pratiği, “ne anlatmak istiyorum, bunu nasıl anlatmak istiyorum?” farkındalığımı besliyor. Bir de dans var; hem çok keyif aldığım hem de beden farkındalığıma büyük katkısı olan bir alan.
Sizi besleyen güncel bir dizi/film/tiyatro oyunu/kitap/şarkı önerisi verebilir misiniz?
Film sorusu gerçekten zor. Kamera arkasına da meraklı biri olarak farklı türden pek çok filmi takip etmeye çalışıyorum. Güncel olarak The Whale ve Anora diyebilirim.
Dizi olarak Adolescence kesinlikle izlenmeli. Tiyatroda bu sıralar ders verdiğim için sevdiğim metinlere yeniden dönme fırsatım oluyor; Marsha Norman’ın night, Mother oyununu her okuyuşumda başka bir duyguyla kapatıyorum. Sahne üzerinde de Kel Diva hem seyir zevki hem oyunculuk açısından çok öğreticiydi.
Müzik konusunda da LP yıllardır sığındığım bir liman.
Röportajlarımızın “gerçekleşme” gibi bir gücü var. 🤭Hayal ettiğiniz bir dileğiniz var mı?
Çok istediğim ve küçük adımlarla yaklaştığımı hissettiğim birkaç hayalim var… Burada söylemeyeyim ama sizin uğrunuzu her adımımda yanımda taşıyacağıma emin olabilirsiniz 🙂 Yeni hikâyelerde buluşmak dileğiyle…


