tds_thumb_td_300x0
Denizden Gelen Kaplan: Tahir Kaleli

Karadeniz’in dalgasından aldığı deliliğiyle meşhur mert bir delikanlıydı Tahir. Ailesine zarar geleceğini hissettiği an fırtınası tutar, altın kalbini yalnız sevdiklerine gösterirdi. Ve bir gün, fuşki var dediği İstanbul’da kimselerin dindiremediği fırtınasına liman olacak geyik ve altın kalbine taht kuracak kurtla karşılaştı bu deli. O andan itibaren hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. “Denizden Gelen Kaplan” dediler ona. Ama parçalamayan, canlarını acıtmayan bir kaplandı o. Zalimliğinden kaçtıkları canavara hiç benzemiyordu.

Yaralılardı. Sevilmeye, ama en çok da sevmeye muhtaçlardı. Daha ilk gördüğü an yüreğinin en güzel yerine aldı onları bu kaplan. O gece memleketine dönerken pikabının bagajında onları da beraberinde götürdüğünü bilmeden nedenini anlayamadığı bir hasrete boğulması bundandı. 

O bagajın kapağını açtığı an ömrünün sonuna dek vazgeçemeyeceği iki yürek ekledi yüreğine. Dünyanın en ağır ama aynı zamanda en güzel iki yükünü yüklendi. Babalık ve sevdaluk…

Başlarda sadece o gözlerdeki korkuyu silmek içindi gayreti. Sekiz sene cehennemi yaşamış bu genç kadının onun cenneti, oğlunun da onun cennet kokulusu olacağını nereden bilebilirdi ki?.. Bu kadar kısa zamanda, Karadeniz’e bakmakla bile geçmeyecek kuvvette bir hasreti nasıl koymuşlardı yüreğine? Nasıl olmuştu da varlıkları yokluğa dönüşünce nefesini kesecek kadar doldurmuştu ciğerlerini? Bilmiyordu. Sorgulamadı Tahir. Düşünmedi de. Yalnızca sevdi, çok sevdi. Bir insan bir insanı ne kadar çok sevebilirse o kadar çok sevdi. Bir insan bir insanı ne kadar güzel sevebilirse o kadar da güzel…

Yaralarından öptü kadını. Zalimin hoyratça kırdığı parmaklarından öptü. Defalarca… Parmaklarının küsü geçsin diye sevgiyle, sevdaların en güzeliyle okşayarak öptü. Sırtındaki geçmeyen yara izlerinden öptü. Kâbus dolu gecelerinin şahidi izler… Kendisinin dokunmaya kıyamadığı tenin böylesine acıtılmasına müsaade ettiği için küfretti hayata. Ama asıl öfkesi kendineydi. Daha önce gelip tüm bunlar yaşanmadan yetişemediği için affedemedi kendini. O bunca acıyı çekerken kendisinin ondan habersiz sürdürdüğü mutlu hayatın utancıyla özür diledi yılların değil acıların büyüttüğü çocuk yürekli kadından. Ve fiziksel yaralara gücü yetmese de ruhundaki yaraları iyileştireceğine söz verdi. Öyle çok sevecekti ki onu sevilmemiş yeri kalmayacaktı. Sevgi, en güçlü merhemdi.

Oğlunu oğlu bildi. Ama öyle senden olduğu için seviyorum gibi değil. Bizzat kendi yavrusu saydı onu. Zalimin oğlu olarak değil bir yetim olarak gördü. Ve artık yetim değil, dedi. Artık ben varım, diyerek sardı sarmaladı öptü kucakladı küçük kurdu. Güven uyandırması gereken baba kavramının korku uyandırdığı çocuğun “Tahir abi”si oldu. Babalık can vermek değildi, can olmaktı çünkü. Canını canından önce tutmaktı. Çocuk yüreğinin hasret kaldığı güzelliklerle tanıştırdı onu. Hâyâlleri oldu, umudu oldu. Korktuğunda sığındığı kucağı, düştüğünde tutunacağı eli oldu. Varlığında huzurla uyuyabildiği, yemek istemediği yumurtasını yiyen koca yürekli kaplan; gülünce çok güzel olan annesini güldüren adamdı o. İlkler hep onunla güzeldi.

Gelin görün ki bizim delinin sevmekten anladığı korumaktı. Kendi bildiği şekilde onları korumak için yeri geldi kendisinden, geleceğinden vazgeçti. Sevmediği bir insanla evlenmeyi bile göze aldı. Sevmek iki taraflı mutluluk için fedakârlık göstermekti. Bilmiyordu Tahir. Daha önce hiç böyle sevmemişti ki. Tek canı sağ olsun yeter, dedi. Kendi koyduğu engeller kalktı, bu sefer de dışarıdan iyi gözüken ama vicdanı sadece kendi ailesine işleyen insanların kötülüğünden korumak istedi onları. Yine vazgeçti sevdasından. Bu kez “Tek canı sağ olsun, gözümün önünde olsun yeter.” dedi. Yeri geldi kendi sevdasından bile korudu onu. Her ne kadar başkalarına bu sevda anca beni yakar dese de onu da yakmaktan korktu, geri çekildi. Kendi varlığının ona zarar vereceğinden korktuğu için başkalarına emanet etti onu. Emanetini kimse onun gibi korumadı, daha çok kanattı.

Böyle böyle gerçek sevginin iki taraflı fedakârlık gerektirdiğini öğrendi Tahir. Bu savaşta onların yanında olması gerektiğini anladı. “Bundan böyle meydandayuk!” dedi ve sımsıkı tuttu sevdiği kadının elini. Mücadelesi zordu ama bir kere tuttuğu eli bir daha bırakmadı. Tüm köye, yüzyıllardır süregelen yerleşmiş saçma tabulara, toplum baskısına hatta yeri geldiğinde ailesine bile kafa tutması gerekti ama asla vazgeçmedi. Asıl utanması gerekenler göğüslerini gere gere gezinirken onların haksız yere başlarını öne eğmelerine müsaade etmedi. Umuda inat oldu Tahir.

Kabul ediyorum. Hırçın ve çoğu kere önünü arkasını düşünmeden yaşadığı için, tek doğruyu kendi doğrusu bildiği için çoğu zaman kızdık ona. Ama hiçbir zaman inkâr etmedik sevgisinin güzelliğini. Sevdiğini kanatmamak için kendini kanatanlardandı o. Sevmeyi de bir nevi Nefes’le öğrendi diyebiliriz. Fırtınasına dinecek liman bulunca huzura erdi. Onu incitmemek için okşayarak, bakışlarıyla yüreğine işleyerek dokunmadan sevmeyi öğrendi. Göğsü yokluklarında üşüyecek kadar çok benimsedi bu geyikle kurdu. Artık canları canına ortaktı.

Ve şimdi yepyeni bir yol var önlerinde. Bu kez bir ailesi için öteki ailesine veda etmek zorunda kaldı Tahir. Yine ilk günkü gibiydi. Bagajında ailesinin olduğu pikabı sürerken yine hasretle doluydu içi. Bu seferki daha acı ama. Sadece vicdanı değil kalbi de acıyor. Bu kez hem oğlundan hem sevdiği kadından ayrılıyor. Bu kez her şey çok daha zor. Bir canı için diğer canından vazgeçiyor. Öyle böyle yine sonu umuda çıkan bir vedaya hazırlanırken hayat onlara bambaşka bir veda hazırlıyor. Zalimin karşısında dimdik ama bu kez korkuyor Tahir. Çocukları önlerine geçip göğsünü siper edemeyeceği kadar uzakta çünkü. Ve onun asıl ölümünün mavisinde huzur bulduğu Karadeniz’de değil sevdiğinin gözyaşında olacağının bilincinde bırakıyor kendini suya.

O şimdi yedi kat suyun altında, tek bir nefes için!

Sen hep iyi ki Tahir Kaleli!

Ulaş Tuna Astepe’yi neden seviyoruz?
Soruya bak!Ulaş.Tuna.Astepe.Sevmek için şu retoriğe sahip ismi bile yeter,diyenleri duyar gibiyim.Elbette hak bile verebilirim fakat bildiğim bir şey var ki aslolan isim değil müsemmadır.
E hadi buyrun müsemmaya…Ulaş Tuna Astepe kimdir nedir de bu kadar sevdik onu?
Öncelikle şu zamana kadar Karadayı ,Analar ve Anneler gibi kaliteli işlerde yer alsa da onu geniş kitlelerin değil de daha lokal bir kitlenin tanımış sevmiş olması da o geniş kitlelere kaderin oynamış olduğu bir oyun sanıyorum,neyse geç olsun da güç olmasın demişler.
Geniş kitleler adına Ulaş Tuna Astepe’nin varlığından haberdar ettiği için Tahir Kaleliye teşekkürü bir borç bilirim bu yüzden.
Gelelim mi artık “neden seviyoruz” meselesine?Çoktan geldik bile.
“Abi çok yakışıklı ya,çok güzel gülüyo ya,ekrandaki kaslı oyunculardan çok farklı yaa” tarzı yorumlara katılmakla beraber en birinci sevme sebebimizi açıklıyorum,hoş sır değil hepinizin malumu zaten.Evet onu en çok her türlü mücevherden kıymetli sermayesi sevdirdi bize, o sermaye ne mi ? İNSAN OLMAK.İnsan olabilmek. “İnsan Olmak” kavramını içselleştirip üstün empati yeteneği geliştirmiş bir oyuncunun harcıdır ancak bir karakteri bu kadar sevdirmek.
E bu “İnsan Olmak” meselesi de damdan düşmez,miras kalmaz,öyle olsa ekranda her gördüğümüz kişide Ulaş Tuna’da gördüğümüz sanki her gün mahallemizde karşılaştığımız komşumuz ya da evimizde bazen kavga ettiğimiz bazen güldüğümüz kardeşimizi ağabeyimizi görürdük.Ama işte o işler öyle olmuyor.İnsan olmak sermayesi kolay kazanılmıyor.
Evvela dışınızdan önce içinizi süsleyeceksiniz,süsleyeceksiniz ki seyircinin ilk baktığı yerde seyirciyi yakalayabilesiniz.Evet gözlerden bahsediyorum.Daha ilk bakışta gözlerinde bayram çocuğu sabahları görüyorsak bu,mesaiyi kalbine,ruhuna harcamasındandır.Saygı kavramının hakkını vermesinden,her hayranına bir yerlerden akrabasıymışçasına içten bir samimiyetle yaklaşmasından sonra çocuklara henüz pazartesi sabahına uyanmışken birden cumaya ışınlanmış öğrenci sevinciyle bakmasından,herkes gibi olmasından ama herkes olmayışından,sıradanlığa ve sadeliğe ne kadar hasret duyduğumuzu hatırlatmasından ve daha nice sebepten işte…
Ha bi’ de içinde hiç durmadan çalan şarkılara,amatör ruh heyecanı taşıyan bir müzisyenin, telaşsız notalarla verdiği o hiç bitmeyen ve bitmeyecek konserine, dudağının kenarındaki mütevazı gülümseme vesilesiyle bizi de ortak edişinden,bir de ordan seviyoruz onu.Ordan tanışıyoruz. Nasıl sevmeyelim ki?!
error: Korunan İçerik!