tds_thumb_td_300x0
Sen Anlat Karadeniz 25. Bölüm: Yaşamak Yıldızlarda…

“Yaşamak yıldızlarda
Seninle olmak istiyorum
Sevişmek hüner değil
Yanında kalmak istiyorum
Yaşamak hüner değil
Seninle ölmek istiyorum.”

Bir insan kaç kere ölür? Mutlak ölüm neyin elinden gelir? Bir cam kırığı misali kalbimize batan sözler mi, sevdiğimiz insanın hayal kırıklığı dolu bakışları mı yoksa çaresizlik midir bizi asıl yıkan şey? Tüm bunların yanında sıradan bir tabanca namlusundan çıkan bir kurşunun ne hükmü vardır?

Vedat’ın silahından çıkan kurşuna gelinceye değin pek çok kez tattı ölümü Nefes. Önce çocukluğu, ilkgençliği öldü zalimin ellerinde, sonra karanlığa gömülmüş vicdanların acısını tattı. Evladı adına umuda çıktığı yolculukta sevda çıktı yoluna. Kalbinin kırıkları ona da batar, diye korktu. Geri çekildi. Bilmedi ki sevdalının ölümü ayrılıktandır. Tahir’in hâyâl kırıklığı dolu bakışları ile daha fazlası olmasın isterken kırığına kırık ekledi Nefes. Öyle böyle anladı ki kalp ancak başka bir kalple yamanarak iyileşir, yani sevgiyle… Sevgisine tutundu. Bunca yıl oğlunun sevgisiyle nasıl ayakta durduysa sevdiği adamın sevdasıyla da öyle tutundu hayata. Dimdik durdu. Kendisine uzanan eli tuttu sımsıkı. Gülün dikeni gibi sevdanın elinden tutmanın da bedelleri vardı. Yalnız kendi canına aile olan insanların sözleri kurşun gibi ağır, yaralayıcıydı.

Hayatında sahip olduğu tek şey “sevginin umudu” iken yine ve yeniden onunla sınanmasına ne demeli peki? Korkuların en büyüğü kaybetme korkusu değil mi? Kaybetmeye alışmış bir kadının tam içinde umudu yeniden yeşermişken, tam da oldu derken onu yeniden kaybetmesi peki? Bu da bir ölüm değil mi? Söylesenize, kaçıncı ölümüydü bu?

Zaman öyle bir evreye getirdi ki onu, hayatın yaşamaktan da öte bir şey olduğunu gördü. Hayat ölümü bile güzelleştirecek tek bir gaye üzerine savaşmaya değerdi. Onu öldürecek olan şey Vedat’ın silahından çıkan kurşun olamazdı ki? Nice ölümlere göğüs germiş o güçlü yürek bir gün yine sevdiğinin kollarında atacak son atışını. Ayna’nın o güzel şarkısında dediği gibi yaşamanın bir hükmü kalmamış artık, ben ölümümde de yanımda ol istiyorum. Çünkü mutlak ölüm ancak o an başlar. Evet mutlak ölüm bir başlangıçtır. Sonsuzluğun başlangıcı… Ondan öncekiler yalnızca birer nefes daralması.

Eğer bu bir roman olsaydı ve sonunu ben yazacak olsaydım oracıkta kavuştururdum onu sonsuzluğa. Belki daha yaşanacak çok hikâye var, belki umudun sonu karanlığa değil aydınlığa çıkmalı diyeceksiniz ama böyle huzurlu bir ölüm kaç insana nasip olur ki? Sevdiğinin kollarında, onu bir daha asla kaybetmeyeceğini bilerek, en kıymetlin sevdiğine emanet…

Bu bir roman olsaydı çok güzel bir son olurdu ama işte izlemekle okumak arasında fark var. Acıyı izlemek okumaktan daha derine nüfuz ediyor sanırım. Dolayısıyla dizide dram adına Tahir’in bir müddet Nefes’i kaybetme korkusuyla ağlaması bana fazlasıyla yetecek. Sonrasında geçen yazıda dediğim gibi bir “kendine gelme” durumu bekliyorum ondan. Çünkü insan dediğimiz varlık gerçekten de kaybetme korkusunu iliklerine kadar hissetmeden harekete geçemiyor. Hadi be Tahir Kaleli, yeterince ağladıysan atağa geç artık. Onun yolu aydınlık olsun diye yakma kendini, sen yandıkça o da yanacak, anla artık.

“Sevdaluk gönüllü yanmak demektir, beterdir.” diye bir replik geçiyordu eski bir dizide. Katılmıyorum ben buna. Sevda, ateşin suyla kavuşmasıdır. Ayrılığın yaktığı doğru ama mühim olan yanmamakta. Daha da öte, yakmamakta… Hayalin gerçeğe değdiği yeri yuva bilmek asıl mesele. İki yüreğin bir olup ırmağına kavuşması, sonra o ırmağın içinden zamanı gelince sonsuzluğa ulaşması olmalı tek gaye. Bunun için de savaşmalı. Bir an bile durmamalı, vazgeçmemeli. Çünkü sevdalıya sevdadan öte yol yok. Dikenleri batar, ha bire kanar da kanar. Daha çok kanatmasın diye uğraşmak yerine varlığıyla şifa olanı yanına yoldaş etmek adına savaşmalı insan. Bu yolda korkuya yer yok. Çünkü “Umut her daim var.”

Umut bazen bir çakıl taşında gizli, bazen sözlerle bakışların uyumsuzluğunda… Nazar’la Murat’ın hikâyesi umudun çok farklı bir noktasında. Umuda yönelen bir savaştan öte umuda tutunup çekilecek bir çilesi var Nazar’ın. Ruhunda onmaz yaralar açan, evine gitmekle, ağlamakla geçmeyen acıları var artık. Yüreğine sığmayan, gözlerinden taşan söyleyemedikleri dizili boğazına. “Artık çok geç.” lerle dolmuş ezberi. İnsanın kaybedecek ne kadar çok şeyi olursa o kadar güçsüzdür. Nefes’in oğlundan başka kimsesi yoktu. Ölümüne savaştı umut yolunda. Ama Nazar öyle değil. Kendini kurtarmak adına gireceği savaşta kaybedeceği çok şey var. Kendi karını kendi eritemez, anladı artık. Kendi karının soğuğunda donmayı bekleyecek. Belki de umudu hatırlamak adına yüzük yaptırdığı taş o karları ısıtmaya yetecektir. Kim bilir?..

Gelecek bölümde Tahir’in hayallerini kaybetme korkusunu izleyeceğiz. Bunca zaman kimselere söylemeden içinde büyüttüğü hâyâlleri belirecek zihninde. Tüm hâyâller o hayalleri sana kurduran insanla güzel ya hani, umuyoruz ki o hayalleri ona kurduran kadın gözlerini açtığında ona sımsıkı sarılacaktır. “Ne vaktimiz var artık, ne de beklememize hacet… Gel hâyâllerimin gerçeği ol.”

Bu hafta özel sebeplerimden dolayı biraz gecikti. Zaten bu sezon düzenli yazamayacağımı söylemiştim. Bu bölüm gibi yüreğimden taşanlar oldukça, vaktim niyetime yettikçe yazacağım. Nedenini merak eden olursa biz hayatı bekliyoruz ama hayat bizi beklemiyor diyeyim. O kadar ki beklemeyi bırak sen durdukça daha hızlı dönüyor sanki dünya. O yüzden durmamak gerek. Canının acısına, yüreğinin yarasına rağmen savaşmaktan hiç vazgeçmemek gerek.

Sürç-i lisan ettiysem affola…

Hayalin gerçeğe değdiği yerde buluşmak dileğiyle…

*”Serçe parmağındaki lekedir yerim
  Kalabalığın uyumuna inat
  Hayalin gerçeğe değdiği yeri seviyorum.”

Şükrü Erbaş/ Şiir/ Cam ile Taş

*Ölünce Sevemezsem Seni/ Şarkı/ Ayna

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Korunan İçerik!