RahDen: Zehir Zemberek Bir Aşk

Gerçekten bizim için oldukça zorlu, bolca beklemeli bir hafta oldu. Bu haftaki bölümde Rahmet’le Deniz’in sahnesi olmadığından şüpheye düştüğümüz anlar bile oldu. Elimizde fragmanı bırakın, ne bir fotoğraf, ne de bir ipucu vardı. Bu da gerçekten motivasyonu kıran bir şey, artık en sıradan izleyici bile o gece dizi anlamında yoğunsa fragmanlara göre ne izleyip izlemeyeceğine karar veriyor. Dolayısıyla bu hafta yaşadığımız motivasyon ve heyecan düşüklüğünden ötürü yazıya bir serzenişle başlamadan edemedim. Bu yazıyı genel olarak Rahmet’le Deniz için yazıyorum ama sonuçta onları RahDen yapan Bizim Hikaye’nin dünyası, onlar orada nefes alıyorlar. Dolayısıyla dizinin ne yöne gittiği de benim için önemli. Rahmet’le Deniz’in fragmanlardaki, bölüm fotoğraflarındakini yokluğunu es geçtiğimde de tanıtımlarda genel bir problem var. Tanıtımlar resmen “Beni izleme!” diye bağırıyor. Bölümde o kadar fazla olay varken gidip de tanıtımlara en sevilmeyen karakterleri koymak kadar saçma ve anlamsız bir şey olamaz. Ki bölüm diğerlerine nazaran hızlı, aksiyonu bol, keyifli ilerlemesine rağmen reytinglerde de düşüş yaşadı. Umarım bundan sonra özen gösterilir demekten başka bir şey de gelmiyor elimden. Şu an yayınlanan dizilerin ortalamasına baktığımız zaman Bizim Hikaye gerçekten kötü bir dizi değil, özellikle de her yaş grubunu çekebilmesi sebebiyle. İşin aslı artık Türk televizyonu öyle bir hale geldi ki senaryo zekamızla dalga geçmediği -mesela ülkenin yazılı hukuk düzenini değiştirmek gibi!- ve içerdiği bazı sahnelerin çirkin mesajlarıyla sinirimi zıplatmadığı sürece ben izlediğim diziye “iyi dizi” diyorum. Neredeyse üç saatlik bir süreyi doldurmak da çok zor, mutlaka gereksiz sahneler, ağır çekimler yazılıyor ama Bizim Hikaye bu konudan da şanslı bir dizi aslında, çok fazla karakter ve hikaye potansiyeli var. Tabii bu karakterlerden Rahmet’le Deniz’e daha fazla süre ayrılsa fena olmaz ama güzel yazıldığı sürece beş dakikaya bile gıkım çıkmaz hale geldim artık, Türk televizyonları beklentimi ne kadar düşürdüyse! Neyse, Türk televizyonlarının kalite problemindense artık kaliteli çiftimizi konuşalım. 

Deniz bana böyle bir şey yapsa ben neler neler yapardım da işte… Deniz yanımda bile değil. Ben de mi bıçaklansam ne yapsam?

Tek odalı evinin her köşesinde Deniz’den bir parça görüp o malum on beş günü hatırlayıp duran Rahmet bir de güzelim evimiz Fikri tarafından işgal edilince ve Hikmet bıçaklanınca Elibol malikanesine dönme kararı aldı. O evin keşmekeşi içinde genelde kendi hayatına bir reset atıyor Rahmet ama neyse ki bu sefer öyle olmadı. Çocuğun her hücresine aşk nüfuz etti, bir güzel yoğurdu onu, artık ne kadar istese de kendini formatlayamaz. O kadar ki Zeynep’in Hikmet için evi süslemesi bile hoşuna gitti Rahmet’in, ailenin “gelini” gözüne girdi. Artık Rahmet için aşk ve aşkın yaşanabilmesi çok önemli, değerli şeyler… Aşkın kimin arasında olduğu asla bir şeyi değiştirmiyor. Ablası ve Barış, Hikmet ve Zeynep… Rahmet’e göre “Aşıklarsa mutlu olsunlar işte! Aşıklarsa beraber olsunlar işte!” oluyor çünkü Rahmet aşık ama mutlu olamıyor, aşık ama beraber olamıyor. Beraber olamıyor ama ayrılamıyor da… Artık çok klişeleşti, kullanılmayan çift kalmadı, Attila İlhan görse ağlardı ama demeden de edemeyeceğim… Attila İlhan’ın da şiirinde dediği gibi:

“çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var

çünkü ayrılık da sevdaya dahil

çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili

Dediğim gibi, neredeyse her çift için kullanılmıştır bu şiir ama daha öncesinde hiç bana ayrılanların hala sevgili olduğunu böylesine hissettiren bir çift olmamıştı. Etraflarındaki kalabalığa rağmen hala her şey birbirleriyle alakalı, her yerde birbirlerini görüyorlar, bir başkasının önemi kalmıyor o an. 

hiç bir anı tek başına yaşayamazlar

her an ötekisiyle birlikte

herşey onunla ilgili

Deniz Çelik aşık olmadığı insanları başka biriyle gördüğünde hep böyle bakar. Kalbini içeriden birileri söküyormuş gibi.

Rahmet kendi içinde aşkın ve aşıkların en büyük destekçisi olmuş bir “aşk kurbanı”yken Deniz’in de ondan pek farklı olduğu söylenemezdi doğrusu. Tabii onun kendini ifade etme şekli daha bir başka. Zaten her sözünün altında ayrı bir anlam olan bir kızdan bahsediyoruz. Deniz’in Derin’le konuşması ve onu Rahmet’in hayatına burnunu sokması ve bir de bununla övünmesi yüzünden onu azarlaması en güzel sahnelerden biriydi. Derin’in Rahmet’e böyle bir şey yapmış olmasını o da hazmedemiyordu çünkü bu durumun Rahmet’i ne kadar dağıttığının farkındaydı. Şimdi karşımıza alıp sorsak Deniz kesin inkar eder ama Rahmet üzüldüğünde paramparça olan bir Deniz var. Tabii Deniz’in tepkisinin bir sebebi de içten içe Rahmet’in okula Derin sayesinde dönmediğini bilmesiydi. Derin kendini kandıradursun, Rahmet’in okula dönme sebepleri arasında adı bile anılmıyor. Rahmet okula ablası için, kendisi için ve Deniz için döndü Derincim; çok üzgünüm. Ve bir gün Rahmet profesör olup da kitap yazarsa şayet kitabı ya ablasına, ya Deniz’e, ya da ikisine birden ithaf edecek; sana değil. Kitap ithafı da hayal olduğuna göre Derin’i lütfen Rahmet’in hayatının dışına alalım… Neymiş efendim, Deniz bir daha Rahmet’e dönmeye kalkarsa onu kaybedermiş! Deniz’in Derin’in bu dediğine verdiği tepkiden anlaşılacağı üzere Derin’in bu tutumu onu hakikaten üzüyor ve gerçekten Rahmet’ten ayrılmasının sebeplerinden biri. Ama sadece biri… İlişkilerinden önce Derin’e rağmen Rahmet’e adım atmaktan çekinmeyen, belli ki kendi hislerini Derin’in aşk olmadığını bildiği samimiyetsiz duygularından üstün tutan Deniz’in sadece Derin’in vetosu yüzünden Rahmet’ten uzak durduğuna inanamıyorum ben. Her şeyden öte, Deniz’in aşka saygısı var. Her ne kadar aşkın nasıl yaşanacağını bilmese de… Rahmet Derin’e aşık olduğunu söylediği zaman ondan uzak durması, Derin’e gerçekten ona aşık olan birini bulduğu zaman karışmaktan vazgeçeceğini söylemesi bunun göstergelerinden biriydi. Ayrıca Derin’e “Hayatını annenle babam gibi bir proje olarak yaşamana izin vermeyeceğim” demesi de çok ilginç ve daha sonra Deniz’in hikayesini öğrenince altının dolacağını düşündüğüm bir replikti. Derin’in önceki bölümlerde Rahmet’e anlattığı üzere aileleri aslında birbirlerini çok seven, çiçek, böcek, lay lay bir aile değil; en azından Deniz için bu böyle… Hayatlarını bir proje olarak gören anne ve baba neden çocuklarının hayatını da bir proje olarak görmesin ki? Deniz’in bu sözünü duyunca hemen neden kendini değil de kardeşini kurtarmaya çalıştığını düşündüm. Acaba onun hayatı da mı bir projeydi? Kendini kurtaramayan, çoktan ebeveynlerinin hayatlarının ve geçmişlerinin batağına saplanan ablalar ve abiler genelde küçük kardeşlerine kol kanat germeye ve en azından kendi yaşayamadıklarını onların yaşadıklarından emin olmaya çalışırlar, kendi içlerini böyle rahatlatırlar. Ama şu an bu konuyla ilgili herhangi bir teori üretmeye çalışmayacağım, nasıl olsa Deniz’in sözlerinin altında yatanları daha sonra göreceğiz. Deniz’in hikayesine adım adım yaklaştığımızı ve büyük resmi yakında göreceğimizi düşünüyorum.


Derin Deniz’i her ne kadar Rahmet konusunda tehdit etse de bu konuşmanın hemen üzerine Deniz’in Rahmet’le odasında sınav kağıdına bakan Pelin’e bakmaya gitmesi de en sevdiğim ayrıntılardan biriydi. Kim ne derse desin, ayrılmış olsalar da, Deniz Rahmet’e dönemeyecek olsa da Deniz’in o odaya gidip durumu kolaçan etmesi gerekiyordu. Karışmadan duramadı, tutamadı kendini! Her ne kadar aksi gibi görünse de Deniz gibi hareketlerini önceden planlayan, kontrollü bir kızın mevzu Rahmet’e gelince planlarından sapmasını çok seviyorum. Tabii bu yine de Rahmet’le ilgili planlar yapmayacak anlamına gelmiyor. Rahmet’in yine onunla ilgili umursamaz tavırlarını sürdürmesiyle beraber “Madem öyle…” diyen Deniz hem Rahmet’i, hem de Pelin’i yine o ince zekasıyla oyuna getirip Ali Hoca’ya rezil ediyor. Bir taşla kaç kuş! Rahmet’ten benim üzerime hocaları saldığı için intikam al, tamam! Rahmet’e bana karşı böyle umursamaz davranamayacağını hatırlat, tamam! Rahmet’ime asılan Pelin’e haddini bildir ki bir daha ona rahat rahat yanaşamasın, tamam! Biz Deniz Çelik’e boşuna kraliçe demiyoruz yani…

Deniz’in bu küçük oyunuyla ona karşılık vermesi Rahmet’in de en az bizim kadar hoşuna gitmiş olacak ki beyefendi hemen en sevdiği aktivitelerden biri olan Deniz’in peşinden koşup kolundan tutup kendine çevirme aktivitesine geri dönüverdi. Deniz’in onu kıskanması ve aynı eski günlerdeki gibi küçük oyunlar çevirip ona yaklaşması Rahmet’e umut vermişti. Birlikte olamıyorlardı ama ayrılamadıklarına göre hala daha bir umut vardı. Onu terk eden Deniz’di ama sanki tam tersi olmuş gibi onu süründürüyordu. Deniz onunla savaşsa da, onunla uğraşsa da, onu pişman etse de razıydı Rahmet; yeter ki beraber bir şey paylaşsınlar. Rahmet de ona onun gibi karşılık verecekti, Deniz’e aşkını itiraf ettirebileceğine inanıyordu. Bizim gördüklerimizle beraber artı görmediklerimizle de o on beş günde neler yaşandıysa Rahmet Deniz’in aşkına inanmış. Tabii bu onun aşkına güvendiğini göstermiyor; bu aşkı uçucu, her an elinden kayıp gidecekmiş gibi görmüş ama sonuçta duygularının karşılıksız olmadığını biliyormuş. Tabii bahsedilen kişi Deniz olunca mutlaka bir yerlerde formüldeki artık sayının çıkarabileceği sıkıntıları da göz önüne almak gerekiyor. Sonuçta Deniz çok özgür, öyle kendi halinde, yarını yokmuş gibi yaşayan bir kız ya Rahmet’in gözünde… Sağı solu belli olmaz, önce sert bir rüzgar gibi eser dağıtır yıkar, sonra yumuşak bir meltem gibi okşayıp geçer gider… Ama işte öyle değil aslında. Deniz’in her söylediği planlı, bir sonuca hizmet ediyor ama onu kontrolden çıkarabilen bir tek Rahmet var. Bir onunla özgür olduğunu görmedik mi aslında? İstediği gibi, içinden geldiği gibi davrandığını? Deniz’in en yalın halini Rahmet’le, Rahmet’in en yalın halini Deniz’le gördük. Beraberken özgürlerdi.

yalnızların en büyük sorunu 
tek başına özgürlük ne işe yarayacak 
bir türlü çözemedikleri bu 
ölü bir gezegenin 
soğuk tenhalığına 
benzemesin diye 
özgürlük mutlaka paylaşılacak 
suç ortağı bir sevgiliyle
” 

Deniz Rahmet’le savaşmaya çok hevesli görünüyordu, sonuçta savaşmak, iddialaşmak onun en iyi yaptığı şeydi. (Öyle miydi acaba ya?) Ama ne hikmetse Rahmet önceden olduğu gibi oyunu onun kurallarıyla oynamayınca, o da Deniz’in üstüne gelince Deniz erkenden ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. Deniz Rahmet’i fotoğraf oyununa soktuğunda Rahmet en sonuna kadar dayanabilmişti, yani dayanabilmiş sayılırdı. Hiç değilse Deniz’in fotoğraflarını çekmeyi başarmış ve onunla beraber fotoğrafları banyo ettirebilmişti, kaçmamıştı. Yenik düşmesine azıcık kalmıştı gerçi. Deniz’in onu fotoğraf stüdyosunda sıkıştırması gibi Rahmet de Deniz’i kendi sahasında, yani sınıfta köşeye sıkıştırdı. O sınav bitmeden o sınıftan çıkılmayacaktı. Deniz neden bu kadar huzursuzdu ki? Rahmet’le bir odada iki saat geçirmek onu neden bu kadar rahatsız ediyordu? Bu sahne ne kadar da tanıdıktı böyle! Harika bir oyun kurucu olan Deniz bunu hemen sezdi tabii ki ama yine de Rahmet’in çağrısını kabul edip savaşa devam etmedi, geri çekildi. Rahmet’ten onunla uğraşmamasını, bunun ancak ona zarar vereceğini söyledi; sonuçta Deniz gerçekten savaşmaktan başka bir şey anlamazdı… Yüzünde her zamanki Deniz’den çok uzak, iddialı değil ama çaresiz bir ifade vardı. Dedikleri de onun ağzından çıkacak cümlelere benzemiyordu zaten, Deniz oynuyordu; yine. Bu sefer kaybetmeye oynuyordu tabii… Bir oyunun iki kazananı olamazdı belki ama iki kaybedeni olurdu. Eğer Rahmet birazcık daha onunla uğraşmaya devam edecek olursa bunun sonu iki kaybedenli denklemdi. Gerçi Deniz de çoktan kaybetmişti ama savaşı masada resmi olarak kaybetmediğin sürece tam anlamıyla kaybetmiş sayılmıyorsun. Yani kaybettiğini çaktırmadığın sürece… Deniz’in o an yaptığı şey tam olarak da buydu. Rahmet haklıydı, Deniz zaten Rahmet hiçbir şey yapmasa da Rahmet’e yaşattıklarını yaşıyordu. Evet, kazanmıştı ama kazanınca ne yapacağını bilemiyordu çünkü büyük ihtimalle hayat onu hep savaşmaya ama hiç dinlenmemeye alıştırmıştı. Bir de üstüne üstlük bu sefer Deniz’in de eli kolu bağlıydı. Hem Derin’in dedikleri, hem Deniz’i kontrol eden henüz ne olduğunu bilmediğimiz şeyler, hem de Deniz’in kendisi elini kolunu bağlıyordu. Rahmet ona kendi hislerine karşın “Aşık mısın?” diye sorduğunda Deniz’in onun sorusunu cevaplamadan önce aralarına giren sessizlik, onu öpüşü, ona bakışı gerçek cevaptı aslında. Sessiz bir çığlık gibiydi, “Söyleyemem, sen anla”ydı. Normalde çat çat “Ben aşık olmam” diyen Deniz Rahmet’in sorusuna ancak fısıldayarak, gözlerini kırpıştırarak, gözlerini kaçırarak “Hayır” cevabını verebildi. Bir an önce Rahmet’in yanından gitmek istiyordu, bu konuşmanın bitmesini istiyordu çünkü o odada durduğu her an biraz daha dağılacaktı. Rahmet ona çıkması için odanın anahtarlarını, ve tabii hayatının anahtarlarını, verdiğinde Deniz Rahmet’in kırgın yüzüne bakamadı. Rahmet’e arkasını döndüğü an maskesi düştü zaten, “ben ne yapıyorum”la “yapmak zorundayım” arasında gitti geldi. İstemeye istemeye kapıyı açtı, arkasına baktı, sevmese arkasına bakmazdı… Deniz hakikaten ne yapacağını bilmiyordu bence. Kazanmayı biliyor ama kazandıktan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Sevmeyi biliyor ama sevilmeyi bilmiyordu aslında. Büyük ihtimalle kendi kendine sevmeye alışmıştı ama birinin sevgisini kazanınca o sevgiyi nereye koyması gerektiğini bilemiyordu. İnsan da bilmediğinden korkardı işte… Deniz ancak kaybettikten sonra kazanabilecek çünkü kaybetmeyi bilmeyen kazanmaktan ne anlar ki? 

Rahmet Deniz’e anahtarları verdi, Deniz kabul etti, kapıyı açtı ve çıkıp gitti. Ama ne git demekle, ne de çıkıp gitmekle bazı şeyler insanın arkasında kalıyor, unutuluyor. Asıl en güzel yerinde gidiverince aşk daha da güçlenip devam ediyor. Yaşanmışlıklarla, yaşanamamışlıklarla ve hala yaşanabileceklerin bitmeyen umuduyla her geçen an daha da harlanarak devam ediyor. Aşk planlı, programlı bir savaş değil; belli sayıda bilinmeyeni olan bir denklem de değil… Aşk öyle veya böyle yaşanmayı talep ediyor, nereye gidersen git gelip bir yerde seni köşeye sıkıştırıveriyor. 

her an düşüp düşüp 
kristal bir bardak gibi 
tuz parça kırılsak da 
hâlâ içimizde o yanardağ ağzı 
hâlâ kıpkızıl gülümseyen 
-sanki ateşten bir tebessüm- 
zehir zemberek aşkımız”