Kenneth Lonergan‘ın ustalık eseri olarak görülen Manchester By The Sea filminin hayranları, eğer henüz izlemediyseniz tam da size göre bir filmi ele alacağız şimdi. Tabii sadece bu kadar da değil; genel olarak aile ve karakter draması severim diyorsanız da şimdi anlatacağımız filmin o ”sakin hüznünü” kaçırmayın. Tam bu noktada ”bağımsız film” olduğu notunu da düşelim. Yani bol aksiyon ve olay görmek isteyenleri tatmin etmeyebilir. Ancak bağımsız sinemanın hayranıysanız bu film ağzınızda müthiş bir tat bırakacak garanti ediyoruz.
Bahsettiğimiz film 2000 yapımı ”You Can Count On Me”. Filmin Türkçe adı ”Bana Güvenebilirsin”. Kenneth Lonergan’ın ilk filmi ancak bana kalırsa ustalık eseri olarak görülen Manchester By The Sea’den de iyi ve dokunaklı bir filmdi. Tamam belki o film daha yaralayıcı ama bu filmde; 00’s büyüsü mü yoksa Mark Ruffalo etkisi mi bilmiyorum daha etkileyici bir şeyler vardı. Daha sıradandı ama daha çok tesir etti bana. Hem içimi sıcacık etti hem de yeri geldi paramparça etti.
Amerikan Yazarlar Derneği’ nin “En iyi orijinal senaryo” ödülünü verdiği “You Can Count On Me” filminin IMDb puanı 7.5’dir. Filmde Sammy rolü ile izlediğimiz Laura Linney ise Oscar’da “En iyi kadın oyuncu” adaylığı kazanmıştır.
Konusu
Terry ve Sammy adında iki kardeş, henüz çok küçükken anne ve babalarını bir trafik kazasında kaybediyorlar. Bu kazanın ardından zaman atlaması görüyoruz. Sammy, ailesinin evinde kalmış. 8 yaşındaki oğlu ile birlikte yaşıyor. Terry ise hayatını bir türlü düzene sokamamış, hayatın anlamını bulamamış, inanacak bir şey bulamayan bir genç. Bir gün paraya sıkıştığı için ablası Sammy’i ziyarete geliyor ve küçükken başlarından trajik bir olay geçmiş olan bu iki kardeşin beraber geçirdikleri birkaç güne tanık oluyoruz.
Kenneth Lonergan, burada da hikaye anlatımındaki tarzını ortaya koymuş. Yine bir aile, yine bir trajedi ile dağılmış yaşamlar ve küçük bir iyileşme hikayesi. Ve tabii en büyük benzerlik ise Machester by the Sea’deki amca&yeğen ilişkisi gibi burada da dayı&yeğen ilişkisi görüyoruz. Orada nasıl ki başından trajik bir olay geçip kardeşi ve oğlunun yaşadığı eve dönen bir adamı izlediysek konu olarak yine burada da benzer aile hikayeleri ile karşılaşıyoruz.
Terry ve 8 yaşındaki yeğeni Rudy’nin paylaşımlarını, Terry’nin, Rudy’nin hayatındaki baba eksikliğini yavaş yavaş doldurmasını izliyoruz. Özellikle beraber bilardoya gittikleri sahne tek kelimeyle ruha işleyor. Gecenin sonunda Sammy’e fark ettirmeden eve dönmek için çabalamalarındaki tatlılık gibi iç ısıtan birçok sahne var filmde ama bunun yanı sıra geçmişteki olayın etkisi hiçbir zaman silinmiyor filmin üzerinden.
Hepsi kusurlu karakterler, bir şekilde hayatı, varlık amaçlarını arka planda sorgulamaya devam ediyorlar. Bu yüzden de saatli bomba gibi bir film. Her an bu tatlı ilişkiler bir felaketle sonlanacak ya da başa dönecek gibi geliyor. Biraz da öyle oluyor. Bu anlamda, filmin sonu çok yaraladı beni. Çünkü Terry&Rudy ilişkisi ne kadar iyileştirici görünse de, bir şeylerin değişmesine yetmiyor. Terry sonunda birkaç günlüğüne geldiği kasabada kalıcı olmuyor ve yine gidiyor. İlerde dönmek üzere ayrılıyor, daha önce de yaptığı gibi. Terry ve Sammy’nin vedalaşmasını izlerken baya gözlerim doldu ama bi yandan da gerçekçiydi. Filmin derdi de buydu yıllarca bu şekilde yaşayıp giden bir ailenin hayatından bir ‘kesit’ izledik biz sadece.
Terry hayat amacını bulamayan bir genç, belli aralıklarla ablasını zaten ziyaret ediyordu. Biz de bu anlardan birine sadece konuk olduk. Film, sonunda bir şeylerin değişeceğini vaat etmedi. Belki de her yara iyileşmiyordur.
Sıcak, samimi, sıradan, gerçekçi bir anlatım ile ‘yaşama dair’ bir film izlemek istiyorsanız bu filmi mutlaka listenize ekleyin. Karakterlerin ince ince anlatıldığı, ruh hallerinin müthiş resmedildiği bir drama bulacaksınız karşınızda.