Merhabalar. Uzunca bir süre önce izlemeye ara verdiğim bu güzel diziye nihayet geri döndüm. İyi ki bu kararı almışım çünkü izlerken ne kadar keyif aldığımı unutmuşum, her bir detayıyla çok güzel hisler yaşatarak bana bunu hatırlatması çok iyi oldu. Altıncı bölümde Moon-tae’nin Yazar Ko’nun evine taşınmasını izledik. Açık konuşmak gerekirse birlikte kahvaltı yaptıkları o sabahı izlerken içim açıldı. Evi, korkunç, tüyler ürpertici eski bi kaleden, sıcak bir yuva haline dönüştürmeleri, birlikte aile gibi yaşadıkları hissi çok güzeldi, Ko’yla Sang-tae’nin selamlaşması bile gülümsememe yetmişti.
Ev demişken, artık izlerken sıkılmaya ve rahatsız olmaya başladığım yayınevi sahibi Ko’ya “sen kendini kontrol edemezsin, başın belaya girer” tarzı konuşurken Ko’nun, Moon-tae için “emniyet pimi” benzetmesi yapması önemli. Onun, Moon-tae’ye nasıl güvendiğini, güvenmek istediğini, teslim olma arzusunu görüyoruz süreç boyunca.
Bizimkilerin asıl ev sahibi olan Joo Ri’nin annesinin, Moon-tae’ye taşınma konusunda onay tavsiyesi verdikten sonra yaşadığı panik biraz komikti. Zavallı Joo Ri’ye de üzülmüyor değilim. Çok iyi çok soft birisi ama malesef hisleri karşılıksız ve bu hikayenin esas kızı değil..
Moon-tae eve ilk taşındığında, Moon Young’ın onun ağzından kendine dair bir şeyler duymak için ne kadar ısrarcı olduğunu hatırlarsınız. Herhangi bir his belirtisi bulmak, ondan kendine karşı iyi bir şey bulmak için çabalayıp duruyor kendince. Moon-tae’nin, onun gözünde artık sadece “çekici, elde edilmesi gereken biri” olmadığını biliyoruz. Gözünde özel bir yeri var. Moon-tae “sen sözlerin önemsiz olduğunu söylemiştin, tutmazsın” tarzı bir cümle kurduğunda “bu seferkini tutacağım, çünkü sana söz verdim” cevabını vermişti. Moon-tae’nin diğer tüm insanlardan farklı olarak ayrıcalık elde ettiği bir konu daha anlayacağınız. 🙂
Bölümdeki en hoş kısımlardan biri de “Farklı olmak korkulacak bir şey mi?” repliğinin geçtiği sahneydi. Ayrıca Mavi Sakal’ın hikayesini dinleyerek de, Moon Young’ın aradığı aşkı bulacağını, yani Moon-tae’ye kavuşacağını öğrenmiş olduk. Dizideki bu sembolleri, psikolojik alt metinleri, masalsı havayı, korku unsurları da içermesini ve travmaların işlenmesini çok seviyorum.
Moon Young’ın güveninden söz etmiştim. Prensimizin onun evinde yaşamaya başladığı ilk gece kabussuz bir gece geçirip rahat uyuması da bunu destekliyor. Moon-tae’nin varlığını tamamen ona iyi gelen, üzerinde iyileştirici etkisi olan bir şey. Ha tabi geçmişe bağlı (ev dolayısıyla) tetiklenen ve tekrar filizlenecek tüyler ürpertici travmalar da mevcut, ama orası ayrı. It’s Okay to Not Be Okay’in başından beri güllük gülistanlık bir atmosferi yok zaten. Diziye gotik bir tema hakim.
Yedinci bölümde, henüz çift olmayan çiftimiz dışarıda yemek yerken Moon-tae’den aldığımız itiraf onun da artık kendini bırakmaya başladığını gösteriyor. “gitme demek ister gibiydin, ben de kaldım” Zaten eskisi kadar çok çatışmamaları ve Moon-tae’nin ona karşı daha sahiplenici bir tutum içerisinde olması da bu sebepten. Teslim olmalar yavaştan başlıyor, hatta hız kazanıyor diyebiliriz.
Bölümdeki hasta hikayesini beğendiğimi, oldukça etkileyici bulduğumu araya sıkıştırayım. (Hani şu Moon Young’ı kızı sanan kadın.. Esas hikayeye bağlanış şeklini de sevdim.) Sonlara doğru gelirken, Moon-tae’nin ağladığı, arkadaşının onun için üzülüp gökyüzüne, ölen annesine sitemle bağırdığı ve sonra ev sahibinin gelip onlara öğütvari konuştuğu sahne de güzeldi. Öyle anlar bana samimi hissettiriyor ve o çatıyı da çok seviyorum zaten.
Esas kız ve esas oğlanımızın tatlı-sert ilişkisinin çok keyifli gittiğini düşünüyorum. Özellikle Moon-tae’nin kale evlerine sarhoş döndüğü kısım çok güzeldi. Moon Young’a verdiği hediyenin çok özel olması, onun dolan gözlerini yani duygulandığını saklamaya çalışması falan :’) Uzun lafın kısası halimden baya memnunum. Umarım daha fazla ara vermeden bitirebilirim diziyi. Gerçi bitirince de özleyeceğim muhtemelen ama n’apalım.. Görüşmek üzere!