Yiğit Güralp’in kaleminden: Glass Film Yorumu

2000’de izlediğimiz “Unbreakable”den bir üçleme çıkacağı kimin aklına gelirdi? Hindistan doğumlu sinemacı M. Night Shyamalan’ın aklına da ne zaman geldi bilmiyoruz ama bu planından hayli geç haberdar olduk.

2016’da izlediğimiz “Split”in finalinde, bu filmin aslında bir devam filmi olduğunu ve üçüncü bir filmle de süreceğini öğrenmiştik.

Bu yüzden bu ilk iki filmi izlemediyseniz şu an vizyonda olan “Glass”da olup bitenleri kavramakta güçlük çekebilirsiniz. “Split” Netflix üyeleri için bir süredir platformda gösterimde. “Glass”a gitmeden önce yasal olarak izleyebilirsiniz.

Bu yüzyılın başında “Unbreakable” için harcanan 75M $, bugün de sıkı bir bütçe ama 20 yıl öncesi için daha da dev bir bütçeydi ve film bu yüzden de büyük bir sinema filmiydi.

Sinema severleri beklenmedik finaliyle büyüleyerek dev hasılat elde eden “Altıncı His” filminden sonra #Shyamalan sıradaki filmleri için bu büyük bütçeleri bulabiliyordu. Ama zamanla seyircisini tatmin edemeyerek, gişede zarar yazan filmografisi kariyerini sıkıntıya sokmaya başladı.

Ve bir gün 9M $ gibi ufacık bir bütçeyle çektiği “Split” ile adeta küllerinden yeniden doğma imkanı buldu.

“Split”i seven çoğunluk, Bruce Willis ve Samuel L. Jackson’ın da seriye geri dönüşüyle, takım oluşacak ve ortalığı dağıtacaklar sanarak “Glass”dan büyük şeyler bekliyor ama bu filmin de 20M $lık yine kısıtlı bütçesi bize ihtişamlı film taklidi yapan sade bir TV filmi izletebileceğini zaten haber veriyordu. Bu yüzden kahramanlarımız tutuldukları akıl hastanesinden kurtulup kuleye giderek kapışacak sanmak boşuna, çünkü kahramanlarımız için ayrılan böyle bir para yok. 🙂

O yüzden film psikolojik derinliğiyle kendini sonuna kadar izletiyor ama finalini hastane bahçesinde minimal bir aksiyonla ihtişamdan uzak sade bir biçimde yapıyor. Seyircinin hayal kırıklığı da biraz bu yüzden. Ben bütçeye bakarak gittiğim için hayal kırıklığı falan yaşamadım.

Aranızda Split 8 M ile az mekanda geçen bir filmken Glass 20 M bütçesi ile neden daha büyük bir film olamadı diyenler olacaktır. Cevabı basit, o aradaki 12 M fark Willis ve Jackson’a gitmiştir de ondan.

Shyamalan’ın hikayesini üzerine kurduğu, çizgi roman ve gerçek dünya arasındaki çekişmeye dayalı felsefesi kendini ilgiyle izlettirmeyi beceriyor. Üçlemenin kendi içindeki tutarlılığı da kusursuza yakın.

Glass karakterinin; “Olağanüstü olan her şey göz ardı edilebilir ama bu onların var olduğu gerçeğini değiştirmez” cümlesi serinin bir özeti. Sıra dışı fiziksel ve psikolojik hastalıkların insan ırkında farklı bir statü olarak tanınması, hepsinin belli travmalara sahip olmaları, toplum içinde bir nevi ucube ya da ötekiler yaftasına maruz kalmaları da, “mutantlık” kavramıyla örtüşen zekice bir alt metin. Shyamalan tüm bunlardan bir evren yaratarak bu serideki becerisini zaten yeterince kanıtlıyor.

Dr. Ellie karakterinin, 3 kahramanı büyük bir salonda toplayarak, onları birer süper kahraman değil de sadece hasta insanlar olduğunu ikna etmeye çalıştığı sahne ise pembe duvarlarıyla yapım tasarımının ve sinematografinin en akılda kalıcı ana imza attığı anlar. Shining’da Kubrick; ekibiyle birlikte bu anlardan daha fazla yaratabildiği için sinemanın dahi çocuğu. Shining’i yıllar sonra anımsadığımızda, üzerinde üç tekerlekli bisiklete binilen halılar, yazı yazılmaya çalışılan dev lobi, kırmızı bar, kan boşalan koridor, baltayla saldırılan kapı ve labirent biçimindeki bahçe gibi pek çok set aklımıza gelirken, Glass’ı anımsadığımızda aklımıza hep bu pembe salon gelecektir.

Bruce Willis’in yıllardır tanıdığımız bir dost kadar yakın hissettiren yüzü, sesi ve karizması her zaman kendisini izletiyor. Shyamalan Bruce Willis’in karakterine Mavi Ay dizisindeki karakterin ismi olan David’i vererek diziye bir gönderme yapmıştı. Willis, Jackson ikilisinin Zor Ölüm 3’deki efsane performanslarını da sevdiği ortada. Bu serinin iki filminde de bu ikiliyi yeniden bir arada izleme şansına eriştik.

Edward Norton’ın Hulk rolünü almasındaki en büyük etken Richard Gere ile baş rolü paylaştıkları 1996 yapımı “Primal Fear” rolü olmuştur diye düşünürüm. Norton burada henüz 20’li yaşlarında kişilik bölünmesi yaşayan bir katil zanlısını muhteşem bir biçimde canlandırmıştı.  James Mc Avoy da Norton’ın mirasını devralarak yirmiyle çarpıyor.

Özetle Mc Avoy’un filmi diri tutan sıra dışı performansı ve enerjisine bayıldığım, daha çok filmde izlemek istediğim 1996’lı #AnyaTaylorJoy’ın tatlı yüzüyle 2 saat su gibi akıp geçiyor. Shyamalan’ın kendisini minik bir rolde gösterdiği cameosuna gerek var mıydı derseniz o da adamın filmi, Hitchcock gibi bir hatıra istemiş demek ki.

Ben buna takılmadım ama senaryonun bizim etçi Nusret’e ve tuzlama merakına gereksiz bir gönderme yapmasına güldüm elbette. Evet şaka değil, filmin ilk çeyreğinde bir sahnede Nusret’den üstü kapalı biçimde bahsediliyor.

Son olarak, öğlen 12 seansında dağıtımcıların küçücük salona attıkları filme ilgi büyüktü ve minicik salon gençler tarafından tıka basa doldurulmuştu. O yüzden Allah bu dağıtımcıları da tez zamanda bildiği gibi yapsın diyorum. Avur zuvur yerli filmlere ayrılan salonlar bomboş dururken seyirci dev perdede, büyük görsel bir dünyada izlenmeyi hak eden filmleri hep minicik salonlarda, dar perdelerde izlemek zorunda kalıyor. Sektörde gerçekten ciddi bir beyaz yakalı problemi var. Pek film de izlemediği belli olan ama her şeye oturdukları yerde karar veren bu beyaz yakalı arkadaşlardan sinemacılığın ve TV kanallarının kısa sürede temizlenmesi dileklerimle.  

Yiğit Güralp

Twitter Adresi: twitter.com/yigitguralp

Instagram Adresi: instagram.com/yigitguralp/