tds_thumb_td_300x0
Sevilen Senarist Yiğit Güralp’le Zaman Yolculuğu!

Tarih boyunca zamanlar arası yolculuk hep arzu edilen, uğruna kafa patlatılan bir konu oldu. Zihinsel aktivitenin bir sınırı yokken bu konunun hâlen fiziksel bir boyutta halledilmeye çalışılması bana hep tuhaf gelmiştir. Bugünü hali hazırda yaşarken geçmişe de geleceğe de zihin yoluyla gidebiliyoruz.

Bugün sizlerle beraber geçmişten günümüze kısa bir yolculuk yapalım istedim. Kaptanımız yazdığı ve düşlediği başarılı televizyon ve sinema projeleriyle tanıdığımız Yiğit Güralp. Gelin onun yıllar yılı emekle çizdiği rotada uğradıkları durakları birer birer hatırlayalım.

1993 senesinde henüz 15 yaşında bir lise öğrencisiyken o zamanki şartlar gereği MUDO A.Ş.’de satış danışmanı olarak çalışmaya başlar Yiğit Bey. Kısa sürede rakip şirketlerden teklifler yağacak kadar üstün başarı göstererek terfi üstüne terfi alır ve altı senenin sonunda “İnsan Kaynakları Yöneticisi ve Mağazalar Direktörü” pozisyonuna yükselir. 21 yaş gibi günümüzde çoğu gencin hayata yeni başladığı bir dönemde böyle bir başarı sağlamış insan ne mi yapar? Oradan yürür gider diyeceksiniz hâliyle, sıradan bir insan için doğru cevap da budur zaten. Ama bir hâyâliniz varsa orada bir duraksarsınız çünkü aldığınız nefesi kıymetli kılan şeyden vazgeçmek öyle pek kolay bir iş değildir. O da bunun farkında olarak çoğu kişiye göre oldukça radikal olan bir karar alıp hâyâlindeki başlangıçları yapabilmek adına mağazalar sektöründeki kariyerine bir son verir.

Kısa bir süre D&R mağazalarında yönetici olarak çalıştıktan sonra dümeni biraz daha hâyâlindeki noktaya kırarak UNIVERSAL MÜZİK TÜRKİYE’de satış sorumlusu olarak çalışmaya başlar. Burada da kısa sürede gösterdiği üstün başarıyla alan değiştirir ve Product Manager olarak çalışmaya başlar. Bu süreçte Emel Sayın, Athena, Şebnem Ferah, Çelik, Burak Kut gibi müzik sektörünün tanınmış birçok ismiyle çalışır. Sonrasında askerlik görevini yapmak üzere buradan da ayrılır.

1. DURAK­| Sınav (Film) – 2006

2004 yılında askerden dönerek Böcek Yapım’ın kurmuş olduğu Böcek Müzik’in başına geçer. Burası onun ta en başından 180 derece kırmak istediği dümenin son yarısını kırarak sinema dünyasına adım attığı yerdir. Çalıştığı dönemde üniversiteyi dışarıdan bitirmek zorunda kalan ve geceleri de fırsat buldukça küçük küçük öyküler yazan Güralp’e yazdığı öykülerin senaristliğini yapması teklif edilir. Böylelikle pek çoğumuzun onu ilk kez tanıdığı “Sınav” filmi çıkar ortaya.

Zamanının en tartışmalı sınav sistemlerinden biri olan ÖSS için hazırlanan binlerce öğrenciden birkaçı olan Gamze, Uluç, Kaan, Mert ve Sinan isimli beş genç ailelerini ve çevrelerini başarısızlığa uğratacakları korkusuyla bir çıkış yolu aramaktadırlar. Notlarını normal yollardan yükseltemeyeceğini anlayan gençler lise başarı puanlarını yükseltmek için sınav sorularını çalmaya karar verirler. Bu sayede bu dertten kurtulan öğrenciler sıra ÖSS’ye geldiğinde aynı başarıyı gösterebilecekler midir?

Ülkemizdeki eğitim sisteminin durumu malumunuz. Şu ânki eğitim bakanımız beni bi nebze umutlandırıyor olsa da çoğumuz öğrencinin beynini geliştirmeyi amaçladığını söylediği hâlde beyinlerimizi iyice çürüten bir eğitim aldık. Şahsım adına bu süreçten ne kazandıysam kıymetli öğretmenlerimizin özel ilgisiyle ve okuldışı kendi kişisel çabamla kazandım. Güralp de tam olarak bundan bahseder bu filminde. Biraz mizahi biraz dramatik bir dille çoğu zaman kendisinin de bizzat anlattığı bir biçimde asıl hayat başarısını kendi çabamızla kazanabileceğimiz vurgulanır. İyi niyetli bir sistem eleştirisidir aslında. Özellikle eğitim sektörünün içinde bulunan kişilerce muhakkak izlenmesini tavsiye ederim. Netflix’te de mevcuttur 🙂

2. DURAK | Kavak Yelleri (Dizi) – (2007-2008)

Sonrasında televizyon izleyicilerinin sinema izleyicilerine karşı üzücü üstünlüğünü düşünürsek çok daha büyük bir kitleye ulaştığı işe gelir sıra: Kavak Yelleri. Senaryoya ve oyunculuklara ek Pinhani’nin hazırladığı o efsane şarkılar hâlâ hatırımızda 🙂

Babam kendimi bildim bileli işkolik bir insandır. Onun bunca yıl boyunca takip ettiği sadece iki dizi var. Biri Kavak Yelleri. Aile dizisi sayılmazdı belki ama dizi günü biz ailece toplanır izlerdik. Yani benim zihnimde hep bir toparlanma hâlini, birlikteliği ve güzel duyguları temsil eder bu dizi. Ana hikâyesi Dawson’s Creek isimli diziden uyarlama olan dizinin ilk iki bölümü hariç sonraki 34 bölümü Yiğit Bey’in kaleminden çıkmadır. Yer yer kendi şiirlerinden yaptığı alıntılar ve her bölüm için ayrı ayrı bulduğu güzel isimler hâlâ hatırlardadır.

Bilmeyenler için kısaca konusundan bahsetmek gerekirse:

Başında kavak yelleri esen, içinde kasırgalar oluşan, kanında tatlı zehir dolaşan, büyümek için sabırsızlanan dört gencin hikayesidir. Yazları cıvıl cıvıl, kışları ise ıssız bir Ege kasabasında yaşayan Deniz, Aslı, Efe ve Mine herkese kendi hikayesinden bir şeyleri hatırlatır. Mutlu ve güvenli ailesinden kopup kendi yolunu bulmaya, büyümeye çalışan Deniz; idealist, güçlü, maddi zorluklara rağmen okuyan, hayata karşı sert görünmeye çalışan hassas Aslı; rahat ve esprili tavırlarıyla içindeki acıyı saklamaya çalışan Efe. Ve ayrık otu, isyankar Mine. Sıkı dostluklar, ilk aşklar, ÖSS baskısı, okul, aşılmaya çalışılan aile sorunları herkese tanıdık. Büyümenin zorlukları yetmezmiş gibi, kahramanlarımız bir de ÖSS’yle savaş vermekte ve artık büyük gün de yaklaşmaktadır. Akıllarının başlarında olmadığı bir dönemde hayatlarının en önemli sınavına girip, en önemli kararını vermeleri gerekmektedir.

3. DURAK | Doludizgin Yıllar (Dizi) – 2008

19 yaşında bir hukuk öğrencisi olan Barış, günümüzde maddi durumu ve sosyal statüsü iyi olan hemen her ailenin çocuğu gibi klasik proje çocuklarından biridir. Hep en iyi okullarda okumuş, tüm öğrencilik hayatı bu okulları kazanmaya çalışmakla geçmiştir. Ancak Barış ailesinin istediği gibi bir genç adam olma yolunda ilerliyor gibi görünse de aslında hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Çünkü Barış istemi dışında programlanmış bütün bu hayatında hep bir çıkış noktası aramış ve sonunda çıkışı ailesinin asla onaylamayacağını bildiği hız tutkusunda bulmuştur.

Özgün hikâyesi, değişik diyalogları ve sıra dışı karakterleriyle o dönemin izleyicileri tarafından epey sevilen, aradan geçen onca yılan rağmen hâlâ tekrarları çıktığında ilgiyle izlenen bir gençlik dizisidir. Zaman içinde “yerli dizi, yersiz uzun” sloganını doğuracak bir biçimde hızla uzayan dizi süreleri sonucu yazarın TV sektörüne veda ederek yüzünü yalnız sinemaya döndüğü dizi olmuştur.

4. DURAK | Uzun Hikâye (Film) – 2012

Bulgar Ali küçük yaşta yetim kaldıktan sonra Pehlivan dedesi Süleyman ile Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen bir Balkan göçmenidir. Ali’yi dedesi mert ve eşitliğe inanan bir insan olarak büyütür. Delikanlılık yıllarında âşık olduğu Münire’yi ailesi ona vermeyince kaçıran Ali’nin hayatı bundan sonra sevdiği kadınla birlikte tren istasyonlarını arasında kasaba kasaba gezip, nerede tutunabilirse orada yaşayarak geçer. Bu arada Mustafa adında bir de oğulları olur.

Fakat geçimini daktilo bilgisi, katiplik, muhasebe kaydı tutma gibi işlerle kazanan Sosyalist lakaplı Ali haksızlığa katlanamayan kişiliği nedeniyle, en basit eşitlik istediği kasabadan dahi bencil ve çıkarcı insanların kumpası nedeniyle kovulur. Bu arada Mustafa da büyümekte ve kendi hikâyesini oluşturmanın peşindedir

Mustafa Kutlu’nun aynı isimli çok sevdiğim romanından uyarlanan film Kenan İmirzalıoğlu, Güven Kıraç, Altan Erkekli, Tuğçe Kazaz, Ushan Çakır gibi birçok başarılı oyuncudan oluşan ekibiyle oyunculuk performansları açısından da göz dolduran bir filmdir. Kitap uyarlaması yapmanın her daim zor bir iş olduğunu düşünmüşümdür çünkü hem kitabın doğasına aykırı davranmamanız gerekir hem de o doğayı bozmadan kendi farkınızı ortaya koyabilmeniz gerekir. Yiğit Güralp bunu fazlasıyla başararak hem kitabın ruhunu korumuş hem de kendi sekanslarını ortaya koyarak bize o duyguyu aktarmıştır. Benim de hâlâ açıp açıp izlemekten zevk aldığım bir filmdir. Bilmeyenler için hem kitabı hem de filmi şiddetle tavsiye edilir! 🙂

5. DURAK | Ayla (Film) – 2017

1950 yılında savaşta yer alan Süleyman Astsubay savaş meydanında küçük bir kız bulur. 5 yaşındaki bu Koreli kız yetimdir ve nereye gideceğini bilmemektedir. Astsubay kızı yanına alır ve Ayla ismini verir. Birliğin neşesi haline gelen Ayla ile astsubay kısa sürede baba-kız gibi olurlar. Ancak 15 ay sonunda birliğin Türkiye’ye geri dönme kararı çıkar. Ayla’yı bırakıp dönmek istemeyen Süleyman Astsubay her yolu denese de Kore kanunlarını aşamaz. Küçük kızı geride bırakmak zorunda kalan Süleyman ve yetimlere uygulanan sisteme dâhil olarak yetimhaneye verilecek olan Ayla son vedalarında tekrar bir araya gelmeye söz verirler. Yıllar ikiliyi yeniden buluşturacak mıdır?..

Bu noktada artık birçoğumuzun tanıdığı demeyi bırakarak hepimizin tanıdığı iş diyeceğim izninizle. Öyle güzel, öyle kalbe dokunan bir filmdir ki isminin karıştığı onca olumsuz duruma rağmen güzelliği gölgelenememiştir. Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan film yazarına sahip çıkmış ve onu sektörde hak ettiği yere ulaştırmıştır. Filmin uyarlandığı hayat hikâyesinin başrolü Süleyman Astsubay filmin vizyona girmesinden kısa bir süre sonra hayata veda etti. En azından hasret kaldığı kızına kavuşmadan gitmediği, hikâyesini bu şekilde izleyebildiği için mutluyum. Gerçek kahramanların hak ettiği değeri er ya da geç görmesi beni çok mutlu ediyor.

Filme dönersek eğer gerçekten duygu yönünden çok güçlü, replikleri kurgusu sağlam, oyunculukları içimize işleyen tertemiz bir film. Sinemaya beraber gideceğim arkadaşım tarafından ekilmiştim ve yanımda oturan tanımadığım bir kadınla mendillerimiz parçalanana kadar ağlamıştık. Filmden çıkar çıkmaz sinemanın çıkışındaki kafeteryaya öylece çöktüğümü hatırlıyorum. Hemen oracıkta hissettiklerimi yazma ihtiyacı duymuştum. Gerçek sevgi eşsiz bir şey ve herkes bunu aynı tatta anlatamaz. Netflix’te de mevcut olan bu filmi hâlâ izlemeyenleriniz var ise “Neden?” diyerek bu durumu sorgulama evresini direkt es geçmenizi öneririm 🙂

***

Evet. Dilim döndüğünce sizi zamanda ufak bir yolculuğa çıkarmaya çalıştım. Bazen önümüzü daha iyi görebilmek ya da hali hazırda önümüze getirilen ürünlerin nasıl bir süreç sonucunda ortaya çıktığının, nelerden beslendiğinin farkına varabilmek adına biraz geçmişe dönüp bakmamız gerekiyor. Geleceğe attığımız adımlarda sırtımızı dayadığımız şey yine kendimiz. Yiğit Bey sırtını safi emeğe, onu hangi koşullar altında olursa olsun asla vazgeçmemeye endeksleyen hâyâllerine dayamış bir insan. Ve tüm bunları bildiğimizde ortaya koyduğu şeyleri daha iyi anlayabiliyoruz. Bu hep böyledir.

Ve ne demiştik? “Daha iyi anlayan daha iyi anlatır.” 🙂

“Bitti sandığın her yol
Yeni bir başlangıçtır
Anlarsın ki gökyüzü
Uçurumlarla başlar.”

Yeni başlangıçlara ve yeni umutlara…

Yeni hâyâllere ve yeni duraklara…

Sevgiyle… ♥

Yiğit Güralp: “Daha iyi anlayan daha iyi anlatır.”

“Sınav”, “Ayla”, “Uzun Hikâye” ve”Sarıl” gibi nice güzel filme, bir dönemin çok sevilen dizileri “Kavak Yelleri” ve “Dolu Dizgin Yıllar”a imza atmış başarılı yazar-yaratıcı yapımcı Yiğit Güralp röportaj teklifimizi kırmadı ve verdiği güzel cevaplarla sektöre dair doğru bilinen birçok yanlışı, onun yolundan yürümek isteyen gençler için deneyimlerini anlattı.

Bu süreç boyunca nezaketi, samimiyeti ve bize kattıkları için kendisine çok teşekkür ederiz.

Sinemanın hayatınız olacağını ne zaman anladınız?

Sorunuz çok güzel ve çok doğru. Çünkü bana hep yazmaya ne zaman başladınız diye soruluyor. Ben sadece bir yazar değilim. Sinemacıyım. Aslen de yazardan daha çok, “Yaratıcı Yapımcı”yım. Yazma eylemi, ya da senaryo yazarlığı filmlerimi yaparken meşgul olduğum kısmın sadece bir bölümü.
Sinemanın hayatım olacağı sanıyorum sinemaya ilk gittiğimde belli olmuştu. Doğup büyüdüğüm Bakırköy’de çevremizde dönerciden çok sinemacı vardı. Şimdi bu ikisi yer değiştirdi biliyorsunuz. Belki o yılların o çok kültürlü Bakırköy’ünde doğup büyümesem, sinemacı olamazdım anlamında söylüyorum bunu, çocuğunuzu sinema ile erken tanıştırmak ve yaşadığı çevre çok önemli. O günlere dönecek olursak, boşanmış bir ailenin çocuğuyum, ailem pek huzurlu günler yaşamıyordu. Ben de sürekli bunu düşünüyor, üzülüyordum. Düşünce ve üzüntülerimden uzaklaşmak mümkün olmuyordu. Ama ilk kez sinema salonuna gittiğimde, yani 5 yaş ile 7 yaş arası o ilk yıllar, ışıklar kapanıp dev perdede yeni hikayeler, yeni insanlar, başka ülkeler, farklı hayatlarla tanıştığımda o iki saat boyunca kendi yaşadığım her şeyi geride bırakabildiğimi gördüm. Kanıma zehir o noktada bulaştı. Bugün halen sinema dışında şarteli kapatıp her şeyden uzaklaşabildiğim başka bir yer yok. Sadece oraya girdiğimde bir mabed gibi sadece perdede anlatılana konsantre oluyor başka ne varsa dışarıda bırakıyorum. TVde sinema izleseydim sinemacı olamazdım. Sinema sinemada seyredilir. Bunu sinemaya gitmeyen sinema sektörümüzün de özellikle duyması için söylüyorum.

Sizce bu mesleği yapmak isteyen biri bu işe nasıl başlamalı? Süreç nasıl ilerler? Gençlere bu konuda biraz bilgi verebilir misiniz?

Sinemaya gitsinler. Çok gitsinler. Bazı filmleri defalarca izlesinler. Oturup filmden ne anladıklarını yazsınlar. Sonra sinema yazarları ne demiş onu okusunlar. Sinema yazarı “bir filme gitsem mi” diye okunmaz. Sizin görmediğiniz nice detay görüyor o insanlar. Filmi çözümlemeniz için okunur. Kendi fikirlerinizle karşılaştırıp zenginleşmek için okunur. Bunlarla meşgul olsunlar. Filmlerin bütçelerini incelesinler. Neler mümkün, neler mümkün olamamış, imkansız görünenler nasıl başarılmış bol bol yapım belgeseli izlesinler. DVD bu yüzden önemli. Netten korsan film izleyerek sinemacı olunmuyor, o kamera arkaları yok orada çünkü. Bunlara kendilerini adasınlar. Gerisi gelir. Neyi çok arzu ederseniz hayat sizi o yöne ilerletir. Keman çalan bir arkadaşım var. Antrenman yaparken parmakları yara bere içindeymiş çocukluğunda. Anatomisi bozulmuş. Black Swan filminde balerinlerin çektiği acıları izlediniz. Sporcular için, bir tıp öğrencisi için geçilen yollar malum. Hepsinin ortak noktası bu işe kafayı kırmak, her şeyini adamak. Konformist, garantici, oportinist bir bakış açısıyla hiçbir konuda ilerlemek mümkün değil.

Bu işi layıkıyla yapmak isteyenler için sizce öncesinde mutlaka izlemeleri ve okumaları gereken film ve kitaplar var mı? Varsa birkaç örnek verebilir misiniz?

Bu çok sorulan bir soru. Merak önemlidir ve şarttır fakat bu meraklı bir soru değil. Bu kurnaz ve kolaycı bir soru. Merak demek araştırma demektir. 2020’lere geliyoruz. Bugün sinema ya da senaryo konusunda tüm bilgiler web ortamında dolaşımda. Bunlar gizli bilgiler değil. Bu işi yapmayı kafaya koymuş birinin arama motorlarının altını üstüne getirip yaptığı araştırmalarla çoğu şeye ulaşmış olması gerekir. Fakat gençlerin bu bilgilerin onda birine bile ulaşmadıklarını görüyorum. Sordukları sorulardan anlaşılıyor bu. Aynı şekilde bu konuda basılmış, yazılmış tüm kitaplar da belli ve hepsi ulaşılabilir. Bunlardan hangisini okumalıyız diyen biri hiçbir meslekte başarılı olamaz. Kolaycı bir soru bu. Hepsini okuyacaklar. Hepsini okuyup entelektüel olarak gelişecekler ve zamanla kendi stillerini yaratacaklar. Öyle; birisi sizin için her kitabı okusun, her filmi izlesin size de “ölmeden önce mutlaka okuyun, izleyin” dediği beşini hap halinde sunsun, öyle kolay yoldan olmuyor o işler.

Bir de her meslek ile ilgili tüyolar soruluyor. Hani öyle 3-5 şey söyleyeyim ki ben mesela, onları bilir de benden alırsa hop o işi yapacakmış gibi. Hiçbir meslekte böyle bir şey yok. Şunu da hep söylüyorum; 17 yaşına gelmiş bir genç 2.000 kadar film izlemediyse senaryo yazarı olması biraz zor. Bale gibi, piyano gibi erken başlamak gerek. Evet eğitimle ya da sonradan bazı teknik bilgiler öğrenilebiliyor ama kurgu açısından, filmi kurarken rübik kübü bozup bozup yeniden yapabilmek gibi bir otomatik kabiliyete sahip olursunuz çok film izleyerek.

Diyelim yeni bir film senaryosu yazıyorsunuz ve hikâyenin tam ortasında ilhamınızı kaybettiğinizi ve devam etmek istemediğinizi fark ettiniz. Böyle bir durumda ne yaparsınız? Kaybettiğiniz yazma isteğini nasıl geri kazanırsınız?

Bu dediğiniz şiir yazarken olur. Şiir için bir iki dize belirir. Sonraki dizeyi bilmezsiniz. Yazdıkça gelir. Senaryo teknik bir metindir ve tasarlanmadan yazılmaya başlanmaz. Dolayısıyla öyle ortasında falan da tıkanılmaz. Bu soruları anlıyorum çünkü senaryonun ne olduğunu ve ne olmadığını bu işin tekniğini öğretmeye soyunmuş okullar bile doğru anlatmıyor. Bir de gençler için bu yerli diziler örnek ve model alınmaya başlandı. O işler teknik olarak baştan sona yanlış yürüyor. En son örnek alınacak içerikler yani.

Peki bize doğrusunu anlatabilir misiniz?

Önce proje yaratılır. Projenin cümlesi, başı sonu, nereye kaç adımda gideceği, hedef kitlesi, etkileri, tüm sinir uçları, kabaca maliyeti, gustosu, vizyonu bellidir. Bunu yapan kişi “Yaratıcı Yapımcı”dır. Hani yabancı dizilerde “yazan” demiyor, “senarist” demiyor, “created by” diyor ya. İşte o kişilerdir projeleri yaratanlar. Projenin yönetmen ve oyuncu seçiminden pazarlaması ve pek çok yönünde karar aşamasında işin başında dururlar. Hayal edilenle ortaya çıkanın tutarlı olmasını denetlerler. Tasarımdan sapılmaması için mücadele ederler. Yazarı da onlar seçerler. Çoğunlukla kendileri yazarlar. Ya da güvendikleri yazarlarla çalışırlar. Proje aşamasında tek sayfa bir sinopsis vardır. Sonra detaylı öykü yazılır. Detaylı öykü ile sinopsis de ayrı şeylerdir. Aynı zannediliyor. İzlediğiniz çoğu iş de bu yüzden tıkanıyor. Sinopsisi var. Tek sayfalık bölüm öyküsü var. Ama tüm sezon için en başta yazılmış 10 sayfalık bölüm öyküleri yok. Neyse daha sonra proje yatırımcısını yani ortak yapımcısını bulunca nakit akışı başlar. Yani hayata geçip geçmeyeceği belli olmayan bir projenin senaryosu yazılmaz. Senaryo dediğimiz metin, üzerine milyon dolar yatırılmaya karar verilmiş bir projenin kağıt üzerindeki son hâlidir ve profesyoneller tarafından yazılması tercih edilir. Amatör biri olarak bir proje yarattınız ve bunu sattınız diyelim, belki senaryo yazımı size de teklif edilebilir ya da siz bunu şart koşabilirsiniz.

Ayla ve Süleyman Bey’in hikâyesiyle nasıl tanıştınız, hikâye filme nasıl dönüştü?

Dünyada on yıllık dilimlere yayılan trendler var. 2010’lu yıllar başladığında dünyada ana akım sinemada biyografiler en parlak dönemini yaşamaya başladı. Çünkü robotlar ve süper kahramanların hikayelerini anlatırken gelişen teknoloji artık dönem atmosferi yaratmakta da çok büyüleyici sonuçlar veriyordu. Seyirci ne kurgularsanız kurgulayın sonunu tahmin ediyor ve yaratılan hikayelerle tatmin olmuyordu. Ama gerçek hikayelere saygı duyuyordu. Kariyerimde kurgu hikayeye biraz ara vermeyi düşünmeye başladım. Buna paralel olarak hikaye anlatımında 50’li yıllar ve öncesi de öne çıkmaya başladı. Hiç anlatılmayan Kore Savaşı bazı Marvel çizgi romanlarında fon olarak kullanılmaya başladı. Yine aynı dönemde Kore filmleri ve dizileri ülkemizde uyarlanmaya başladı. Ben boğazın öte yanından bu yanına akıntı varsa bunun tam tersinin de olabileceğine inananlardanım. Türk insanının anlatılacak hikayesi bitmiş, senaristlerimizin yeni hikayeler yaratma yeteneği son bulmuş gibi sürekli Güney Kore uyarlamaları yapılmasına da kızıyordum. Bizden bir hikaye arayışlarımı bu da tetikledi. Tüm bunlar birleşince Ayla’nın hikayesiyle karşılaşmam ve filmini yapmaya karar vermem gecikmedi.

Film sürecinde yaşadıklarınızı biliyoruz. Uğradığınız haksızlık karşısında susmadınız ve kamuoyunun desteğini arkanıza aldınız. Emeğinizin karşılığını tam anlamıyla alamamış olsanız da o film hatırlarda kaldığı sürece sizinle anılacak. Senarist adayları bunun gibi başka nasıl durumlarla karşı karşıya kalabilirler ve sizce nasıl bir mücadele vermeliler?

Bunu bir belgesel ile anlatacağım birkaç yıl içinde. Bu belgeseli yapmak istememin sebebi de zaten tamamen gençler. Ayla’nın yapım sürecinde ve sonrasında yaşadığım tatsız olaylar, ilk filmimden bu yana yaşadığım problemleri bir belgeselde anlatmanın zamanının geldiği kararını almama neden oldu. Ticari bir amaç gütmeyecek. Mesleki bir belgesel olacak. Bir fikrin yazarın zihnine yani ana rahmine düştüğü andan başlayarak, bir filme dönüşmesine kadar geçen süreci tüm detayları ve çıplaklığıyla anlatacak. Örnek vermek gerekirse, Netflix’in tasarım belgeselleri serisinde, “Nike Air ayakkabılarını tasarlayan kişinin tüm tasarım sürecini ve yaşadıklarını anlatması” gibi. Michael Moore belgesellerinde olduğu gibi mizah yönü güçlü, temposu ve seyir zevki yüksek bir dokümanter film olacak. Fikir sahiplerinin; ataerkil bir yapı içinde, üzerinde tahakküm kurulmaya çalışılan anneler olduğunun altını çizecek. Müzikleri sevgili Rahman Altın imzası taşıyacak. İçerisinde; sektörde fikir ve içerik üreten önemli isimlerin tecrübe ve görüşleri de yer alacak. Bu alandaki saygın hukuk insanlarının da anlatıları olacak. Bazı uluslararası film festivallerinde gösterime gireceği gibi internet ortamında da herkes tarafından ücretsiz olarak izlenebilecek. Böylece bu mesele, kişisel bir mesele olmaktan çıkar mesleki bir sorun olarak ele alınır. Dünya döndüğü sürece bu mesleği yapmak isteyen kardeşlerimiz istediği zaman açıp izleyebilir ve önemli tecrübeler edinmiş olur. “Bir fikrim var, bir senaryom var ne yapmalıyım” diyen yüzlerce genç sinemacıya, bir fikir zihinlerine düştüğü andan seyirciyle buluştuğu ana kadar geçen süreçte başına gelebilecekleri anlatan, bu anlamda nesiller boyunca onlara yol gösteren bir içerik olur.

Yani öyle sanıldığı gibi; “Kişileri hedef alan bir belgesel yapacağım, başıma gelenleri bir bir anlatıp ipliğinizi pazara çıkacağım.” gibi bir şikayetname ya da hesaplaşma niyetim yok. Kişilerin bir önemi yok. Ama problemlerin önemi var. Sürdükçe bizi hasta ediyorlar. Kanatmak yerine teşhis ve tedaviye meyilli olmakta fayda var.

“Sınav” film setinden…

Sınav” filminizde eğitim sisteminin çarpıklıklarını ele aldınız. Sizce bu şartlarda kendini geliştirmek isteyen bir öğrenci ne yapmalı ki bu sistemden sağ çıksın? 🙂

Yukarıda anlattım aslında. Hangi kitapları okumalıyız diyen bir öğrenciden hayatta bir şey olacağını sanmıyorum. Ama bir kitap mağazasına gidip, kitapları kurcalayıp, göz atıp seçip keşfeden öğrenciler ne istiyorsa onu olurlar size temin ediyorum.

Kitapçılardaki koltukların dinlenip telefon kurcalamak için koyulduğunu zanneden insanların hayatta işi zor. Arama motorlarında en çok neler aranmış raporları yayınlanıyor biliyorsunuz. O raporlara baktığımızda durum pek iç açıcı değil. Öğrenme ile ilişkimiz tamamen yanlış inşa edilmiş durumda. Bu konuda kendimize karşı acımasız olup bize hamal gibi giydirilmiş bu kabuğu, bu yanlış öğrenme sistemini kırmamız gerek. İnsan eğitilmez. İnsan öğrenir. Bunu da düşünsünler biraz. O yüzden eğitim sözcüğünü kullanmıyorum. Öğrenim diyorum. Öğrenmek ise tamamen kendi elinizde. Güç sizde yani. İstediğiniz her şeyi öğrenebilirsiniz günümüzde. Yeter ki isteyin.

Sarıl” bir köpeğin hâyâtına bağlı bir umut hikâyesi. Bazı insanlar umudun bir eziyet olduğunu, boşuna beklenildiğini ve umudun sonunun hep acı getirdiğine inanır. Sizin görüşünüz nedir? İnsanlar bu hikâyeden sonra umuda sarılabilecekler mi?

O insanlar umuda bir alış veriş olarak bakıyorlar demek ki. “Ben umut besleyeceğim, karşılığında ne alacağım?” diye bir denklemleri var yani. Yazık. Hayata bakışı bu şekilde olan bir insanın mutlu olabilmesi de güçlü olabilmesi de imkansıza yakın. Umut bir beklenti biçimi değildir; umut insiyatifi ele alma, yapabilme ve gerçekleştirme gücüdür. Bana Sınav’ı ve Ayla’yı yapamayacağımı, yapsam bile kimsenin izlemeyeceğini söylüyorlardı. Benimse umudum vardı, umudu kimse kıramaz. Umut bir güçtür ve yalnızca sizin elinizdedir. Kaynağı sizsiniz yani. Gücü kendi kaynağından kesmeyeceksiniz, onu besleyeceksiniz. Beslendikçe güçlenir, güçlendikçe Sınav’ı da Ayla’yı da yaparsınız ve çok sevilir. Kuyu Köpeği kurtaran da umut. O yüzden “Kuyunun Dibinde de Olsan Umudunu Kaybetme” alt başlığı var teaser afişte. Çünkü Sarıl’ı da aynı umutla yapıyorum. En büyük güç sizin umudunuz, ilkeleriniz, kararlılığınızdır. Yoksa benim etim ne budum ne? Filmlerimi ülkenin en problemli tipleriyle dans ederek yapıyorum. Hepsinden de alnımın akıyla çıkıyorum. Bunca başarının altında umutsuzluk yok, umudun ta kendisi var. Umudu yerin dibine sokan bazı aforizmaları kendi yaşantımla, filmlerimle ters yüz ettiğim için özür dilerim ama gerçek bu. Umudunu kaybedenler benim hayatımı ve filmlerimi örnek alsınlar. Daha iyi bir yoldaş bulamazlar.

Siz sinemacısınız, genellikle sinemayı öneriyor ve sinemadan söz ediyorsunuz. Ama belli dönem “Kavak Yelleri”, “Doludizgin Yıllar” gibi akıllara kazınmış diziler de yazdınız, adını bile bilmediğimiz çoğu diziye danışmanlık ya da sizin deyiminizle abilik yaptığınızı da biliyoruz. Biraz da dizilerden söz edelim. Türkiye’de dizilerin uzunluğu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben dizi yazmayı bırakalı 8 yıl oldu. 8 yıl önce 80 dakikaydı. Gelin yabancı dizilerle kıyaslayalım. Şu an 60 dakikalık yabancı formata göre bir yerli dizi 3 kat, 40 dakikalık yabancı formata göre 4 katı. Hele 20 dakikalık sit com ile karşılaştırırsanız yerli bir komedi dizisinin bir bölümü bir yabancı örneğinin 8 ila 9 katı. Bu en açık tabirle aç gözlülük. Nasıl ki maden işletmecisi, işçinin hayatını, kömürün kalitesini düşünmeden hep daha daha diyor, dizi işinde de ağır bir sömürü düzeni var. Bir de şu meşhur “Türk dizileri dünyaya kafa tutuyor” muhabbeti var. Biliyorsunuz Çin de oyuncakta ve ıvır zıvırda dünyaya kafa tutuyor. Nasıl yapıyor? Ucuz maliyete daha çok mal. O mallar kanser yapıyor ama sonra. Bizim dizileri de ben kanserojen buluyorum ve izlemiyorum. Yazmıyorum da. Bu işler makul noktalara gelene kadar da elimi bile sürmem. Dünya da buna bir yerden sonra müsaade etmeyecektir. Maliyetler açısından haksız rekabet var çünkü. Dünyada ciddi telifler ödeniyor. Onlar enayi mi? Türkiye bu konuda yaptırımlara zorlanacaktır. Bu işler yakın geçmişte müzikte de böyleydi şimdi hukuken rayına oturdu büyük ölçüde. Yakında dizi işleri de rayına oturur. Gezegende işler nasıl yürüyorsa sizi oraya uydururlar bir süre sonra. Dünyanın kanunu bu.

Başarıyla izlenilmiş yabancı dizilerin senaryolarıyla Türk dizilerinin senaryoları arasındaki fark sizce ne?

Şiir yazma örneğinden bahsetmiştim az önce. Hani bir sonraki mısrayı bilmezsiniz. İlham gelir. Yazmaya başlarsınız. İlk dizeyi yazarken sonraki dizeyi bilmezsiniz. Dizide ise son dizeye kadar bilmeniz gerekiyor. Bir dizi başladığında sezon boyu ve hatta sonraki sezonlarda hikayenin gideceği yerin en baştan yazılmış tasarlanmış olması gerekiyor. Yabancı dizilerin farkı bu. Bir yaratıcı kişi ya da kadro var. Başından sonuna hikayeyi tasarlıyor. Sonra bunları sezonlara ve bölümlere parçalıyor. Sonra da her bölümü işinin ehli senaristlere dağıtıyor. Kendisi ana hikayenin doğru ilerleyip ilerlemediğini denetliyor. Türk dizilerinde ise böyle bir planlama yok. 5-6 bölüm hadi bilemedin 13 bölüm belliyse öp de başına koy gibi bir durum var. Yani bizde diziler şiir yazılır gibi yazılıyor. Bir sonraki mısrayı bilmeden yazıyorlar. Haftaya ne olacağını, 4 bölüm sonra ne olacağını bazen senaristin, yapımcının kendisi bile bilmiyor. Bu gülünç tabii. Böyle şiir yazılır gibi dizi yazılmaz. O yüzden çoğu dizi iyi başlıyor ama ben görebiliyorum mesela ilk bölümden. Birkaç haftalık malzemesi var, tıkanır ellerinde patlar diyorum. Öyle de oluyor. Kaçınılmaz. Teknikle didişmenin alemi yok. Bu bir iş. İşler kuralına göre yapılır.

Şimdiye kadar yazdığınız karakterler arasında kendinize en yakın bulduğunuz ya da yazmaktan en çok zevk aldığınız karakter hangisi? Neden?

En sevdiğim karakteri henüz yazmadım. Çekmecemdeki projeleri yapmayı becerebilirsem bugüne kadar yazdıklarımdan daha sıkı karakterler izleyeceğinizi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Çünkü yaşlanıyorum. 41 yaşıma geldim. 20-30 yaşımda da farkındalığı yüksek biriydim ama zamanla insanları, dünyayı daha da iyi anlayabiliyorsunuz. Daha iyi anlayan daha da iyi anlatır.

error: Korunan İçerik!