Sen Anlat Karadeniz 14. Bölüm: Gel Beraber Yanalım

“Sen ayrı yerde yanacaksın, ben ayrı yerde yanacağım, Yiğit ayrı yerde yanacak. Madem her şekilde yanacağız, gel beraber yanalım be kızım…”

Yanmak… Bitmek… Kibritin ucundaki alevin minik bir kağıt parçasını tutuşturduğu anı gözünüzde canlandırın. Kağıt önce bükülür sonra rengi siyaha döner ve küçük küçük kırılmalar başlar. Alev gittikçe büyür, kağıdın tamamını sarar öyle ki bir süre sonra kağıt, kağıt olmaktan çıkar ve etrafta yanacak başka bir şey kalmadıysa geriye sadece bir parça kül bırakır. Alev sönmüştür evet ama artık o küçük kağıttan da eser yoktur. Bu hikaye Nefes’in küllerinden doğuşunun hikayesi… Bir Zümrüd-ü Anka misali hayata yeniden doğan bir kadının hikayesi… Yaşayamadığı çocukluğu ve genç kızlığının yerine anneliği koyan bir kadının…

Kaybettiği on altı yaşına dönemeyecek bir daha. Yaşadıklarının izleri de öyle kolay silinmeyecek. Kırbaç yarası misali, öyle derine işleyen yaralar kolay kolay iyileşmez; gözyaşıyla sulanmıştır, toprağı sağlamdır yani. Tüm bunlara inat yeniden hayal kurabilmesi için önce o alevi iyice bir harlaması lazım Nefes’in. Çünkü tamamen kül olmadan doğamaz Zümrüd-ü Anka. Güneş ışınlarının tüm sıcaklığıyla sarmasını bekler kuru dalları. İyice yanmayı bekler ki küllerinden doğabilsin. Ve bilir ki yangın ne kadar büyük olursa yağmuru da o kadar güzel olacak. Peşinden gelecek gökkuşağı da cabası…

Bundandır Nefes’in kendini kanatışları. Bir kere yandınız mı dibine kadar gitmeden kurtulamıyorsunuz çünkü. Her sokak, her bakış, her dokunuş onu hatırlatıyor. İyi olan şeyleri bile kötüye yorma kabiliyeti kazandırıyor insana acı. İçinizde bitmek tükenmek bilmeyen bir korku… Ya gelirse… Ya bu gelen de onun gibiyse?.. Ya o haklıysa… Hiçbir şeye ağız dolusu “benim” diyemiyorsunuz artık bir benliğe sahip olmadığınızı düşünürken. En yüksek kahkahalarınızın ardında bile bir hüzün… Zaten kahkahalar da artık sadece bir maskeden ibaret değil mi sizin için? Gözyaşlarınızı çoğu zaman kendinizden bile saklayan… Oysa sizin gülerken gözleriniz kısılıyordur, oysa siz de “bir kalbin kızıl saçlı bacısı”* olmayı hak ediyorsunuzdur. Maruz kaldığınız tüm hayvanlığa rağmen -ki başka ifade bulamadığım için tüm hayvanlardan özür dilerim- içiniz hâlâ insan kalmıştır ve belki güzel bir sevdaya düşer yolunuz. Yaralarınız hemen iyileşmemiş olsa bile sarılmıştır en yumuşak pamuklarla. Öyle güzel siper eder ki kendini size, sizin kanınız kurumuşken onu kanatmaktan korkarsınız. Onu korumak adına milyon sefer gitmelere kalkarsınız da kopamazsınız bir türlü. Bir adım daha atacak olsanız tekrar kesilir nefesiniz. Bu kez kalmak istersiniz. Hem onun için hem de derinlerde bir yerde hâlâ atan kalbiniz için savaşmak istersiniz. Yeniden güçlü olabileceğinize inanmaya başlar, hatta o geçen zamanı yok saymayı denersiniz; konuşulanlara kulaklarınızı tıkamayı bile başarabilirsiniz belki. Ama bu sefer de bambaşka bir korku belirir içinizde: Ya o da giderse?.. Ya o da onlar gibi düşünmeye başlarsa? Ya sizin yükünüz onun sırtına biner de onu yıkarsa? Yıllarca gücünüzü sadece kendinizden alarak yaşamışsınız, tek başına savaşmışsınız şimdi nihayet karınızı paylaşabileceğiniz bir dağ bulmuşken ya onu da kaybederseniz? İnanmak ister kadın. Sonuna kadar güvenmek ister. Sınırlarını zorlar.

İşte Nefes’in yaptığı tam olarak da buydu. İzlerken onun ağzından o kelimeyi duymaktan ne kadar rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Kulaklarımı kapayıp yere çökmek istedim. “Daha fazla konuşma!” diye haykırdım içimden. “Sus! Sustuklarımı hatırlatıyorsun bana…” Ama o susmadı. İnadına devam etti, Tahir’i ayrı bizi ayrı kanatarak… “Sen Vedat’ın hiçbir şeyi değilsin.” dedi Tahir Nefes’e. Yanlıştı. Nefes, Vedat’ın oyunundan ayırdığı bir çocuk, umudundan kopardığı bir genç kız; Nefes Vedat’ın insan olmayı bıraktığı tarafı… Kendi içindeki acıyı, eksikliği onu kanatarak giderebileceğini sandığı bir varlık… Oysa birini kendinize merhem etmek istiyorsanız önce sizin onun yarasına merhem olmanız gerekir. Vedat bunu unuttu. Kendi kaybettikçe onun da kaybetmesini istedi. Umudunu, çocukluğunu, kadınlığını, hayallerini, kendine olan güvenini… Hiçliğin ortasına düştüğünde kendisine sığınacağını sandı, böylece onun her şeyi olabilecekti.

Ama beklediği gibi olmadı. Nefes oğluna tutunarak umuda sığındı. Kendisinin kaybettiklerini oğlu kaybetmesin diye savaşmayı seçti. Bunu başardı da diyebiliriz ama şimdi sevdasının karşısında gözlerinden korku akan bir kadın o… Israrla onun damarına basıyor, tahammülünün sınırlarını görmek istiyor çünkü. Ağzından çıkacak tek bir cümleye tâbi: “Her hâlinle kabulümsün…” O tereddüt etmezse Nefes de etmeyecek. Ama ya bir an tereddüt ederse? Ya sadece bir saniye için bile olsa pişman hissederse? Ya kendisinin eksikliği onu da eksik kılarsa? İşte buna dayanamaz. Hayatının o zamana kadar olan kısmında hep sustu, susturuldu. Şimdi o geldi, yıllar sonra ilk defa o çözdü dilini. Kendisinin söyledikleri bu sefer onu susmaya zorlayacaksa bir daha konuşamaz ki. Tekrar susar. Ve ona susarsa artık vazgeçer Nefes… Anneliğinden değil belki ama kadınlığından vazgeçer. Umut etmekten, hiçbir şey olmamışken bir an yüzünde oluşan gülümsemeden vazgeçer. Kendini yeniden temiz hissetme ihtimalinden vazgeçer. Çiçekli elbiseler giymekten, yakar top oynamaktan, bilyalıya binmekten, birine elini uzatmaktan, aya bakmaktan vazgeçer.

“Canını çok yaktı dimi? Göründüğünden daha çok…”

İşte kadınları bu hâle getiriyorsunuz. Siz o çirkin saplantılarınızdan vazgeçmediğiniz için o kadın kendinden vazgeçiyor. Bir noktaya kadar savaşıyor savaşmasına ama o da insan… Sevmeye, sevilmeye ihtiyacı var. Kendinden ala ala tükettiği gücünü artık başkasından almaya ihtiyacı var. Savaşmaktan yoruluyoruz. Daima bir şeyler için savaşmak zorunda bırakılmaktan yoruluyoruz. En sonunda bir kahraman arıyoruz kendimize. Kimilerinin şansı Tahir gibi adamlar olurken kimilerinin şansı ise Eyşan gibi oluyor. Mithat Komiser Necip’in eşinin evlenmeden önce Eyşan’ın tacize uğradığını anlattığını söyleyince Eyşan’ın gözlerindeki ışığı fark ettiniz mi? Onun çaresizliğine susmayan bir insanın varlığıyla gözlerinde bir anlık da olsa umut ışıdı. Sonra pişmanlığı gördüm ben o gözlerde, geç kalmışlık hissiydi belki de bilemiyorum. Vedat onu kurtarmak için olabilecek en yanlış yolu seçmişken evlerinde çalışan güçsüz bir hizmetçi kızın onu kurtarmak adına savaş vermesi çok kıymetliydi. O sahnede bir nokta dikkatimi çekti. Hizmetçinin bunu Necip’le evlenmeden önce yaptığının altı çizildi. Necip’in onu vurduğunu biliyoruz. Onu vurmasının bu olaydan farklı bir nedene dayandığı vurgulandı gibi geldi bana. Eyşan’ın verdiği tepki de biraz tuhaf geldi. Oradan bir şeyler çıkabilir. At rez’e bekle…

Neyse ne diyordum? Vedat… Yiğit’e yemek yemesi için yalvardığı sahnede gözlerindeki o yaralı çocuğu gördük. “Açlığı iyi bilirim oğlum.” dedi. Hani ben yaşadım, sen yaşama… Geçen yazımda Vedat’ın babalığı üzerine biraz sert konuşmuştum. Yiğit hiçbir zaman onun oğlu olmayacak tarzı. Şimdi de şunu sorgulamak istiyorum: Tamam Vedat Yiğit’e baba olamadı ama Vedat’ın hiç babası oldu mu? Tahir sevgi dolu kalabalık bir ailede büyüdü. Peki ya Vedat?.. O hangi koşullar altında oturttu karakterini? Tahir’in babasıyla balık tutmaya gittiği yaşlarda Vedat kuzenini taciz ettiği için babasını öldürdü. İkisini aynı bağlamda değerlendirmek ne kadar doğru? Tahir’in etrafında hep onu seven insanlar oldu, gerçek sevgi nedir biliyor. Peki ya Vedat’ı kim sevdi? Eyşan minnet duygusuyla karışık bir sevgiyle bağlı ona. Necip de benzer durumda. Başka? Yok… Vedat sevmek nedir bilmiyor, öğreteni olmamış. Kendince Nefes’i sevmiş, ona bağlanmış ama Nefes onu sevmeyince yine tek bildiği şeye yönelmiş: Babasından öğrendiğine, yani taciz ve şiddete. İnsanları kendine sevgi yoluyla bağlayamayınca bu şekilde bağlamış. Oğlunu da seviyor hatta Yiğit onun insan kalmış tek yanı diyebiliriz. Gözü döndüğünde Eyşan’dan bile vazgeçebilir, sinir anında Nefes’i de öldürebilir ama Yiğit’e kıyamaz. Onun kılına zarar gelse dünyayı yakar. Tamam bizim sevgi anlayışımızdan epey farklı, tamam her şiddet mağduru cani olsa işimiz kötü ama Mehmet Ali Bey’in bu kadar yaşayarak can verdiği bir karakteri anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Nefes’e yaptıkları karşısında içimde onu öldürme hissi uyandıran adam az sonra oğluyla konuşurken beni ağlatabiliyorsa karakter sağlam yazılmıştır. Ki bir işin kalitesini kötü karakter belirler. O ne kadar iyi oturtulur ve işlenirse ortaya çıkan iş de o kadar kaliteli olur.

Huzur❤

Fragmanda oğluna ve sevdasına sahip çıkan bir Tahir Kaleli görüyoruz. Öyle ki Nefes’in çekmek istediği elini sıkı tutup bırakmıyor. Canım Tahir ♥ Onlar hayırlısıyla bir evlenince şu saçma sapan ahlak dışı lafları bitecek. Bir rahat nefes alacağım valla ekrana dalasım geliyor! Hele bir de o Esma yok mu o Esma… Nefes’i işe aldı dedik, Asiye reisin amcakızı dedik, “o çocuk” dedik sustuk ama yeter gayrı. Davaya doğru dürüst çalışmadan gelmiş bir de üstüne bizimkilere kızıyor. Yok onu neden  yaptın, yok bunu neden yaptın? E gülüm ona kalırsa sen de bizimkileri savunacaktın? Daha çok “Türk hukuk sistemi eleştirisi” gibisin. Valla benim davam olsa da bedava avukatın olacağım desen kabul etmem. Paraya kıyar, düzgün bir avukat bulurum. Bak bence epey bi laf koydum, senin bana bunların hepsini yedirmen lazım dimi? Lütfen…

Son olarak Tahir’in sert tavırlarını eleştirenlerden onun bir Trabzonlu olduğunu unutmamalarını rica ediyorum. Evet böyle höt zöt hareket etmesi, “Sorduk mu?” lafları bizi biraz delirtiyor ama bizim buranın erkekleri de böyle. Yapacak bir şey yok, olanı yazıyorlar. Zaten biz Nefes’in onun karşısında susmayıp onu yola getirme sahnelerine bayılmıyor muyuz? Sonra Tahir’in yumuşayıp pamuk şekere dönmesi sahneleri de şahsen benim favorim.

Bu hafta epey bir karman çorman yazdım. Kafanızı çorbaya döndürdüğüm için beni affetmeniz adına yazının sonuna şöyle güzel bir şey bırakıyorum. Sözlerin verdiği duygu-hele bir de sonrasında dinlerseniz- sizi kendinize getirir. Rabbim her belaya değecek sevdalar nasip etsin. Okuyan gözlerinizden öperim 🙂

Sevgiyle kalın ♥

*”… kalbimin kızıl saçlı bacısı…/ Karıma Mektup/Şiir/Nazım Hikmet

**Adam/Sibel Alaş

“Durup da söyleyemediğin adımsa
Gizli kapaklı
Sevda türküleri tuttursam da ben
Telli duvaklı,yanıma
Korlar mı adam seni?
Koparıp acıtmazlar mı beni?
Nafile yanar elim dudağım
Seni bana yar ederler mi?

Yağmur bulutu unutursa
Dalında çiçeği kurutursa
Yar benden utanırsa
Düşündüm düşümden ayrı kaldım…”**