LOVING VINCENT: Van Gogh’a Saygı Duruşu

Şimdiye kadar birçok ressamın yaşamlarını anlatan (Big Eyes, Frida, Mr.Turner vb.) filmler izledik. Loving Vincent bu filmlerin listesine ekleyebileceğimiz fakat kendi türündekilere hiç benzemeyen bir film. Tam yedi senelik bir çalışma sonucu ortaya çıkmış, 125 farklı ressam tarafından çizilmiş 65.000’den fazla yağlı boya tablosunun bir araya gelmesiyle oluşturulmuş. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman’ın yönetmenliğini yaptığı film ‘’rotoscope’’ tekniği ile çekilmiş. Bu tekniğe daha önce Waking Life, A Scanner Darkly filmlerinde tanık olmuştuk. Tekniğe göre; önce her bir kare oyuncular tarafından canlandırılıyor sonra bu performanslar tabloya aktarılıyor. Böyle bir emek sonucu oluşan filmin biçimsel muhteşemliği de haliyle izleyiciyi baştan sona büyülüyor.

 Filmin dramatik yapısı giriş gelişme ve sonuçtan oluşan, içerisinde yer-zaman-kişi-olay öğelerini barındıran klasik anlatı şeklinde kurulmuş. Öykü içerisinde Van Gogh tabloları birbirini takip ediyor ve izleyiciye sanki hareketli bir Van Gogh tablosundaymış hissi veriliyor. Renklerin ahengi, uygun müzik kullanımı, geçişler birbirlerini çok iyi bir şekilde tamamlıyor. Loving Vincent, post empresyonizm akımının öncülerinden Van Gogh’un ölümünden bir yıl sonrasında geçiyor ve yolculuk 1891’de Arles’te başlıyor. Film Van Gogh’u çok tanımayan Armand’ın bakış açısıyla anlatılıyor. Yani gerçekten Van Gogh’un hayatına vakıf olmayan bir izleyici Vincent’ı daha yakından tanımaya başlıyor.

Filmin konusu kısaca şöyle: Vincent Van Gogh ölmüştür ve arkasında kardeşi Theo’ya bir mektup bırakır. Tablolarında da gördüğümüz yakın arkadaşı postacı Joseph Roulin mektubu iletmesi için oğlu Armand’ı görevlendirir. Fakat Armand Theo’nun da öldüğünü öğrenir ve çıktığı yol Van Gogh’un ölümünün arkasındaki sırrı aradığı bir yolculuğa dönüşür. Van Gogh’un ölmeden önceki zamanlarını geçirdiği Aures’teki insanlarla konuşarak gerçeğin peşine düşer. Van Gogh intihar mı etmiştir yoksa öldürülmüş müdür? İntihar ettiyse neden etmiştir? Armand tüm bu soruların cevaplarını bulmak için Aures’te bir arayışa çıkıyor. İzleyici bir taraftan Armand’ın adeta bir dedektiflik hikayesine dönüşen yolculuğunu izlerken bir taraftan Van Gogh’un buğday tarlalarına, çiçeklerine, yıldızlı gecelerine şahit oluyor. Van Gogh’un kendi tarzıyla oluşturduğu tablolarını yine kendi tarzıyla oluşturulan bir filmde seyrediyoruz.

Bu film ile birlikte sadece eşsiz tabloları ve emek verilen bir tekniği izlemiyoruz… Aynı zamanda Van Gogh’un yalnızlığına, varoluş sancılarına, bunalımlarına, eserlerini yaratmadan önce, yaratırken ve yarattıktan sonra oluşan ruh durumlarına şahitlik ediyoruz. Bir sanatçıyı ölüme götüren etkileri, Vincent’ın ruhundaki incelikleri, kırılganlıklarını, yaşadığı zorlukları görüyoruz. Kendisinden bi’haber olan birinin bile gerçeklerin suratına çarpılmasıyla etkileneceği, uzun süre aklından çıkaramayacağı bir film Loving Vincent. Filmin sonunda istenilen sorulara cevap verilmiyor. Ölümünün arkasındaki sır çözülmüyor fakat filmin anlatmak istediği de zaten bu değil. Böyle bir amaç güdülmüyor. Filmde ressam arkadaşı ile kavga ettikten sonra kulağını kesip bir hayat kadınına yollayan, otuz yedi yaşında bir silahla kendini karnından vurup öldürdüğü söylenilen bir sanatçıyı ve bu yaşadıklarına ortam hazırlayan nedenleri izliyoruz. Van Gogh yaşadığı dönemde hak ettiği değeri ve ilgiliyi görmedi. Tabloları o öldükten sonra ünlendi, birçok ressama öncülük etti, çok sanatçıya ilham verdi.

Loving Vincent’ta anlatılan; ucube gibi hisseden, dışlanan, ruhsal olarak bunalımlara sürüklenen kendini sanatına adamış yalnız bir adamın hikayesi. Üslübu, akıcılığı ve dram öğeleri ile her dokunduğu kalpte iz bırakacak, detaylarıyla renkleriyle büyüleyecek, başından sonuna eşsiz bir deneyim. Tarihin en önemli sanatçılarından birine önemli bir saygı duruşu…