Yiğit Güralp: “Daha iyi anlayan daha iyi anlatır.”

“Sınav”, “Ayla”, “Uzun Hikâye” ve”Sarıl” gibi nice güzel filme, bir dönemin çok sevilen dizileri “Kavak Yelleri” ve “Dolu Dizgin Yıllar”a imza atmış başarılı yazar-yaratıcı yapımcı Yiğit Güralp röportaj teklifimizi kırmadı ve verdiği güzel cevaplarla sektöre dair doğru bilinen birçok yanlışı, onun yolundan yürümek isteyen gençler için deneyimlerini anlattı.

Bu süreç boyunca nezaketi, samimiyeti ve bize kattıkları için kendisine çok teşekkür ederiz.

Sinemanın hayatınız olacağını ne zaman anladınız?

Sorunuz çok güzel ve çok doğru. Çünkü bana hep yazmaya ne zaman başladınız diye soruluyor. Ben sadece bir yazar değilim. Sinemacıyım. Aslen de yazardan daha çok, “Yaratıcı Yapımcı”yım. Yazma eylemi, ya da senaryo yazarlığı filmlerimi yaparken meşgul olduğum kısmın sadece bir bölümü.
Sinemanın hayatım olacağı sanıyorum sinemaya ilk gittiğimde belli olmuştu. Doğup büyüdüğüm Bakırköy’de çevremizde dönerciden çok sinemacı vardı. Şimdi bu ikisi yer değiştirdi biliyorsunuz. Belki o yılların o çok kültürlü Bakırköy’ünde doğup büyümesem, sinemacı olamazdım anlamında söylüyorum bunu, çocuğunuzu sinema ile erken tanıştırmak ve yaşadığı çevre çok önemli. O günlere dönecek olursak, boşanmış bir ailenin çocuğuyum, ailem pek huzurlu günler yaşamıyordu. Ben de sürekli bunu düşünüyor, üzülüyordum. Düşünce ve üzüntülerimden uzaklaşmak mümkün olmuyordu. Ama ilk kez sinema salonuna gittiğimde, yani 5 yaş ile 7 yaş arası o ilk yıllar, ışıklar kapanıp dev perdede yeni hikayeler, yeni insanlar, başka ülkeler, farklı hayatlarla tanıştığımda o iki saat boyunca kendi yaşadığım her şeyi geride bırakabildiğimi gördüm. Kanıma zehir o noktada bulaştı. Bugün halen sinema dışında şarteli kapatıp her şeyden uzaklaşabildiğim başka bir yer yok. Sadece oraya girdiğimde bir mabed gibi sadece perdede anlatılana konsantre oluyor başka ne varsa dışarıda bırakıyorum. TVde sinema izleseydim sinemacı olamazdım. Sinema sinemada seyredilir. Bunu sinemaya gitmeyen sinema sektörümüzün de özellikle duyması için söylüyorum.

Sizce bu mesleği yapmak isteyen biri bu işe nasıl başlamalı? Süreç nasıl ilerler? Gençlere bu konuda biraz bilgi verebilir misiniz?

Sinemaya gitsinler. Çok gitsinler. Bazı filmleri defalarca izlesinler. Oturup filmden ne anladıklarını yazsınlar. Sonra sinema yazarları ne demiş onu okusunlar. Sinema yazarı “bir filme gitsem mi” diye okunmaz. Sizin görmediğiniz nice detay görüyor o insanlar. Filmi çözümlemeniz için okunur. Kendi fikirlerinizle karşılaştırıp zenginleşmek için okunur. Bunlarla meşgul olsunlar. Filmlerin bütçelerini incelesinler. Neler mümkün, neler mümkün olamamış, imkansız görünenler nasıl başarılmış bol bol yapım belgeseli izlesinler. DVD bu yüzden önemli. Netten korsan film izleyerek sinemacı olunmuyor, o kamera arkaları yok orada çünkü. Bunlara kendilerini adasınlar. Gerisi gelir. Neyi çok arzu ederseniz hayat sizi o yöne ilerletir. Keman çalan bir arkadaşım var. Antrenman yaparken parmakları yara bere içindeymiş çocukluğunda. Anatomisi bozulmuş. Black Swan filminde balerinlerin çektiği acıları izlediniz. Sporcular için, bir tıp öğrencisi için geçilen yollar malum. Hepsinin ortak noktası bu işe kafayı kırmak, her şeyini adamak. Konformist, garantici, oportinist bir bakış açısıyla hiçbir konuda ilerlemek mümkün değil.

Bu işi layıkıyla yapmak isteyenler için sizce öncesinde mutlaka izlemeleri ve okumaları gereken film ve kitaplar var mı? Varsa birkaç örnek verebilir misiniz?

Bu çok sorulan bir soru. Merak önemlidir ve şarttır fakat bu meraklı bir soru değil. Bu kurnaz ve kolaycı bir soru. Merak demek araştırma demektir. 2020’lere geliyoruz. Bugün sinema ya da senaryo konusunda tüm bilgiler web ortamında dolaşımda. Bunlar gizli bilgiler değil. Bu işi yapmayı kafaya koymuş birinin arama motorlarının altını üstüne getirip yaptığı araştırmalarla çoğu şeye ulaşmış olması gerekir. Fakat gençlerin bu bilgilerin onda birine bile ulaşmadıklarını görüyorum. Sordukları sorulardan anlaşılıyor bu. Aynı şekilde bu konuda basılmış, yazılmış tüm kitaplar da belli ve hepsi ulaşılabilir. Bunlardan hangisini okumalıyız diyen biri hiçbir meslekte başarılı olamaz. Kolaycı bir soru bu. Hepsini okuyacaklar. Hepsini okuyup entelektüel olarak gelişecekler ve zamanla kendi stillerini yaratacaklar. Öyle; birisi sizin için her kitabı okusun, her filmi izlesin size de “ölmeden önce mutlaka okuyun, izleyin” dediği beşini hap halinde sunsun, öyle kolay yoldan olmuyor o işler.

Bir de her meslek ile ilgili tüyolar soruluyor. Hani öyle 3-5 şey söyleyeyim ki ben mesela, onları bilir de benden alırsa hop o işi yapacakmış gibi. Hiçbir meslekte böyle bir şey yok. Şunu da hep söylüyorum; 17 yaşına gelmiş bir genç 2.000 kadar film izlemediyse senaryo yazarı olması biraz zor. Bale gibi, piyano gibi erken başlamak gerek. Evet eğitimle ya da sonradan bazı teknik bilgiler öğrenilebiliyor ama kurgu açısından, filmi kurarken rübik kübü bozup bozup yeniden yapabilmek gibi bir otomatik kabiliyete sahip olursunuz çok film izleyerek.

Diyelim yeni bir film senaryosu yazıyorsunuz ve hikâyenin tam ortasında ilhamınızı kaybettiğinizi ve devam etmek istemediğinizi fark ettiniz. Böyle bir durumda ne yaparsınız? Kaybettiğiniz yazma isteğini nasıl geri kazanırsınız?

Bu dediğiniz şiir yazarken olur. Şiir için bir iki dize belirir. Sonraki dizeyi bilmezsiniz. Yazdıkça gelir. Senaryo teknik bir metindir ve tasarlanmadan yazılmaya başlanmaz. Dolayısıyla öyle ortasında falan da tıkanılmaz. Bu soruları anlıyorum çünkü senaryonun ne olduğunu ve ne olmadığını bu işin tekniğini öğretmeye soyunmuş okullar bile doğru anlatmıyor. Bir de gençler için bu yerli diziler örnek ve model alınmaya başlandı. O işler teknik olarak baştan sona yanlış yürüyor. En son örnek alınacak içerikler yani.

Peki bize doğrusunu anlatabilir misiniz?

Önce proje yaratılır. Projenin cümlesi, başı sonu, nereye kaç adımda gideceği, hedef kitlesi, etkileri, tüm sinir uçları, kabaca maliyeti, gustosu, vizyonu bellidir. Bunu yapan kişi “Yaratıcı Yapımcı”dır. Hani yabancı dizilerde “yazan” demiyor, “senarist” demiyor, “created by” diyor ya. İşte o kişilerdir projeleri yaratanlar. Projenin yönetmen ve oyuncu seçiminden pazarlaması ve pek çok yönünde karar aşamasında işin başında dururlar. Hayal edilenle ortaya çıkanın tutarlı olmasını denetlerler. Tasarımdan sapılmaması için mücadele ederler. Yazarı da onlar seçerler. Çoğunlukla kendileri yazarlar. Ya da güvendikleri yazarlarla çalışırlar. Proje aşamasında tek sayfa bir sinopsis vardır. Sonra detaylı öykü yazılır. Detaylı öykü ile sinopsis de ayrı şeylerdir. Aynı zannediliyor. İzlediğiniz çoğu iş de bu yüzden tıkanıyor. Sinopsisi var. Tek sayfalık bölüm öyküsü var. Ama tüm sezon için en başta yazılmış 10 sayfalık bölüm öyküleri yok. Neyse daha sonra proje yatırımcısını yani ortak yapımcısını bulunca nakit akışı başlar. Yani hayata geçip geçmeyeceği belli olmayan bir projenin senaryosu yazılmaz. Senaryo dediğimiz metin, üzerine milyon dolar yatırılmaya karar verilmiş bir projenin kağıt üzerindeki son hâlidir ve profesyoneller tarafından yazılması tercih edilir. Amatör biri olarak bir proje yarattınız ve bunu sattınız diyelim, belki senaryo yazımı size de teklif edilebilir ya da siz bunu şart koşabilirsiniz.

Ayla ve Süleyman Bey’in hikâyesiyle nasıl tanıştınız, hikâye filme nasıl dönüştü?

Dünyada on yıllık dilimlere yayılan trendler var. 2010’lu yıllar başladığında dünyada ana akım sinemada biyografiler en parlak dönemini yaşamaya başladı. Çünkü robotlar ve süper kahramanların hikayelerini anlatırken gelişen teknoloji artık dönem atmosferi yaratmakta da çok büyüleyici sonuçlar veriyordu. Seyirci ne kurgularsanız kurgulayın sonunu tahmin ediyor ve yaratılan hikayelerle tatmin olmuyordu. Ama gerçek hikayelere saygı duyuyordu. Kariyerimde kurgu hikayeye biraz ara vermeyi düşünmeye başladım. Buna paralel olarak hikaye anlatımında 50’li yıllar ve öncesi de öne çıkmaya başladı. Hiç anlatılmayan Kore Savaşı bazı Marvel çizgi romanlarında fon olarak kullanılmaya başladı. Yine aynı dönemde Kore filmleri ve dizileri ülkemizde uyarlanmaya başladı. Ben boğazın öte yanından bu yanına akıntı varsa bunun tam tersinin de olabileceğine inananlardanım. Türk insanının anlatılacak hikayesi bitmiş, senaristlerimizin yeni hikayeler yaratma yeteneği son bulmuş gibi sürekli Güney Kore uyarlamaları yapılmasına da kızıyordum. Bizden bir hikaye arayışlarımı bu da tetikledi. Tüm bunlar birleşince Ayla’nın hikayesiyle karşılaşmam ve filmini yapmaya karar vermem gecikmedi.

Film sürecinde yaşadıklarınızı biliyoruz. Uğradığınız haksızlık karşısında susmadınız ve kamuoyunun desteğini arkanıza aldınız. Emeğinizin karşılığını tam anlamıyla alamamış olsanız da o film hatırlarda kaldığı sürece sizinle anılacak. Senarist adayları bunun gibi başka nasıl durumlarla karşı karşıya kalabilirler ve sizce nasıl bir mücadele vermeliler?

Bunu bir belgesel ile anlatacağım birkaç yıl içinde. Bu belgeseli yapmak istememin sebebi de zaten tamamen gençler. Ayla’nın yapım sürecinde ve sonrasında yaşadığım tatsız olaylar, ilk filmimden bu yana yaşadığım problemleri bir belgeselde anlatmanın zamanının geldiği kararını almama neden oldu. Ticari bir amaç gütmeyecek. Mesleki bir belgesel olacak. Bir fikrin yazarın zihnine yani ana rahmine düştüğü andan başlayarak, bir filme dönüşmesine kadar geçen süreci tüm detayları ve çıplaklığıyla anlatacak. Örnek vermek gerekirse, Netflix’in tasarım belgeselleri serisinde, “Nike Air ayakkabılarını tasarlayan kişinin tüm tasarım sürecini ve yaşadıklarını anlatması” gibi. Michael Moore belgesellerinde olduğu gibi mizah yönü güçlü, temposu ve seyir zevki yüksek bir dokümanter film olacak. Fikir sahiplerinin; ataerkil bir yapı içinde, üzerinde tahakküm kurulmaya çalışılan anneler olduğunun altını çizecek. Müzikleri sevgili Rahman Altın imzası taşıyacak. İçerisinde; sektörde fikir ve içerik üreten önemli isimlerin tecrübe ve görüşleri de yer alacak. Bu alandaki saygın hukuk insanlarının da anlatıları olacak. Bazı uluslararası film festivallerinde gösterime gireceği gibi internet ortamında da herkes tarafından ücretsiz olarak izlenebilecek. Böylece bu mesele, kişisel bir mesele olmaktan çıkar mesleki bir sorun olarak ele alınır. Dünya döndüğü sürece bu mesleği yapmak isteyen kardeşlerimiz istediği zaman açıp izleyebilir ve önemli tecrübeler edinmiş olur. “Bir fikrim var, bir senaryom var ne yapmalıyım” diyen yüzlerce genç sinemacıya, bir fikir zihinlerine düştüğü andan seyirciyle buluştuğu ana kadar geçen süreçte başına gelebilecekleri anlatan, bu anlamda nesiller boyunca onlara yol gösteren bir içerik olur.

Yani öyle sanıldığı gibi; “Kişileri hedef alan bir belgesel yapacağım, başıma gelenleri bir bir anlatıp ipliğinizi pazara çıkacağım.” gibi bir şikayetname ya da hesaplaşma niyetim yok. Kişilerin bir önemi yok. Ama problemlerin önemi var. Sürdükçe bizi hasta ediyorlar. Kanatmak yerine teşhis ve tedaviye meyilli olmakta fayda var.

“Sınav” film setinden…

Sınav” filminizde eğitim sisteminin çarpıklıklarını ele aldınız. Sizce bu şartlarda kendini geliştirmek isteyen bir öğrenci ne yapmalı ki bu sistemden sağ çıksın? 🙂

Yukarıda anlattım aslında. Hangi kitapları okumalıyız diyen bir öğrenciden hayatta bir şey olacağını sanmıyorum. Ama bir kitap mağazasına gidip, kitapları kurcalayıp, göz atıp seçip keşfeden öğrenciler ne istiyorsa onu olurlar size temin ediyorum.

Kitapçılardaki koltukların dinlenip telefon kurcalamak için koyulduğunu zanneden insanların hayatta işi zor. Arama motorlarında en çok neler aranmış raporları yayınlanıyor biliyorsunuz. O raporlara baktığımızda durum pek iç açıcı değil. Öğrenme ile ilişkimiz tamamen yanlış inşa edilmiş durumda. Bu konuda kendimize karşı acımasız olup bize hamal gibi giydirilmiş bu kabuğu, bu yanlış öğrenme sistemini kırmamız gerek. İnsan eğitilmez. İnsan öğrenir. Bunu da düşünsünler biraz. O yüzden eğitim sözcüğünü kullanmıyorum. Öğrenim diyorum. Öğrenmek ise tamamen kendi elinizde. Güç sizde yani. İstediğiniz her şeyi öğrenebilirsiniz günümüzde. Yeter ki isteyin.

Sarıl” bir köpeğin hâyâtına bağlı bir umut hikâyesi. Bazı insanlar umudun bir eziyet olduğunu, boşuna beklenildiğini ve umudun sonunun hep acı getirdiğine inanır. Sizin görüşünüz nedir? İnsanlar bu hikâyeden sonra umuda sarılabilecekler mi?

O insanlar umuda bir alış veriş olarak bakıyorlar demek ki. “Ben umut besleyeceğim, karşılığında ne alacağım?” diye bir denklemleri var yani. Yazık. Hayata bakışı bu şekilde olan bir insanın mutlu olabilmesi de güçlü olabilmesi de imkansıza yakın. Umut bir beklenti biçimi değildir; umut insiyatifi ele alma, yapabilme ve gerçekleştirme gücüdür. Bana Sınav’ı ve Ayla’yı yapamayacağımı, yapsam bile kimsenin izlemeyeceğini söylüyorlardı. Benimse umudum vardı, umudu kimse kıramaz. Umut bir güçtür ve yalnızca sizin elinizdedir. Kaynağı sizsiniz yani. Gücü kendi kaynağından kesmeyeceksiniz, onu besleyeceksiniz. Beslendikçe güçlenir, güçlendikçe Sınav’ı da Ayla’yı da yaparsınız ve çok sevilir. Kuyu Köpeği kurtaran da umut. O yüzden “Kuyunun Dibinde de Olsan Umudunu Kaybetme” alt başlığı var teaser afişte. Çünkü Sarıl’ı da aynı umutla yapıyorum. En büyük güç sizin umudunuz, ilkeleriniz, kararlılığınızdır. Yoksa benim etim ne budum ne? Filmlerimi ülkenin en problemli tipleriyle dans ederek yapıyorum. Hepsinden de alnımın akıyla çıkıyorum. Bunca başarının altında umutsuzluk yok, umudun ta kendisi var. Umudu yerin dibine sokan bazı aforizmaları kendi yaşantımla, filmlerimle ters yüz ettiğim için özür dilerim ama gerçek bu. Umudunu kaybedenler benim hayatımı ve filmlerimi örnek alsınlar. Daha iyi bir yoldaş bulamazlar.

Siz sinemacısınız, genellikle sinemayı öneriyor ve sinemadan söz ediyorsunuz. Ama belli dönem “Kavak Yelleri”, “Doludizgin Yıllar” gibi akıllara kazınmış diziler de yazdınız, adını bile bilmediğimiz çoğu diziye danışmanlık ya da sizin deyiminizle abilik yaptığınızı da biliyoruz. Biraz da dizilerden söz edelim. Türkiye’de dizilerin uzunluğu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben dizi yazmayı bırakalı 8 yıl oldu. 8 yıl önce 80 dakikaydı. Gelin yabancı dizilerle kıyaslayalım. Şu an 60 dakikalık yabancı formata göre bir yerli dizi 3 kat, 40 dakikalık yabancı formata göre 4 katı. Hele 20 dakikalık sit com ile karşılaştırırsanız yerli bir komedi dizisinin bir bölümü bir yabancı örneğinin 8 ila 9 katı. Bu en açık tabirle aç gözlülük. Nasıl ki maden işletmecisi, işçinin hayatını, kömürün kalitesini düşünmeden hep daha daha diyor, dizi işinde de ağır bir sömürü düzeni var. Bir de şu meşhur “Türk dizileri dünyaya kafa tutuyor” muhabbeti var. Biliyorsunuz Çin de oyuncakta ve ıvır zıvırda dünyaya kafa tutuyor. Nasıl yapıyor? Ucuz maliyete daha çok mal. O mallar kanser yapıyor ama sonra. Bizim dizileri de ben kanserojen buluyorum ve izlemiyorum. Yazmıyorum da. Bu işler makul noktalara gelene kadar da elimi bile sürmem. Dünya da buna bir yerden sonra müsaade etmeyecektir. Maliyetler açısından haksız rekabet var çünkü. Dünyada ciddi telifler ödeniyor. Onlar enayi mi? Türkiye bu konuda yaptırımlara zorlanacaktır. Bu işler yakın geçmişte müzikte de böyleydi şimdi hukuken rayına oturdu büyük ölçüde. Yakında dizi işleri de rayına oturur. Gezegende işler nasıl yürüyorsa sizi oraya uydururlar bir süre sonra. Dünyanın kanunu bu.

Başarıyla izlenilmiş yabancı dizilerin senaryolarıyla Türk dizilerinin senaryoları arasındaki fark sizce ne?

Şiir yazma örneğinden bahsetmiştim az önce. Hani bir sonraki mısrayı bilmezsiniz. İlham gelir. Yazmaya başlarsınız. İlk dizeyi yazarken sonraki dizeyi bilmezsiniz. Dizide ise son dizeye kadar bilmeniz gerekiyor. Bir dizi başladığında sezon boyu ve hatta sonraki sezonlarda hikayenin gideceği yerin en baştan yazılmış tasarlanmış olması gerekiyor. Yabancı dizilerin farkı bu. Bir yaratıcı kişi ya da kadro var. Başından sonuna hikayeyi tasarlıyor. Sonra bunları sezonlara ve bölümlere parçalıyor. Sonra da her bölümü işinin ehli senaristlere dağıtıyor. Kendisi ana hikayenin doğru ilerleyip ilerlemediğini denetliyor. Türk dizilerinde ise böyle bir planlama yok. 5-6 bölüm hadi bilemedin 13 bölüm belliyse öp de başına koy gibi bir durum var. Yani bizde diziler şiir yazılır gibi yazılıyor. Bir sonraki mısrayı bilmeden yazıyorlar. Haftaya ne olacağını, 4 bölüm sonra ne olacağını bazen senaristin, yapımcının kendisi bile bilmiyor. Bu gülünç tabii. Böyle şiir yazılır gibi dizi yazılmaz. O yüzden çoğu dizi iyi başlıyor ama ben görebiliyorum mesela ilk bölümden. Birkaç haftalık malzemesi var, tıkanır ellerinde patlar diyorum. Öyle de oluyor. Kaçınılmaz. Teknikle didişmenin alemi yok. Bu bir iş. İşler kuralına göre yapılır.

Şimdiye kadar yazdığınız karakterler arasında kendinize en yakın bulduğunuz ya da yazmaktan en çok zevk aldığınız karakter hangisi? Neden?

En sevdiğim karakteri henüz yazmadım. Çekmecemdeki projeleri yapmayı becerebilirsem bugüne kadar yazdıklarımdan daha sıkı karakterler izleyeceğinizi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Çünkü yaşlanıyorum. 41 yaşıma geldim. 20-30 yaşımda da farkındalığı yüksek biriydim ama zamanla insanları, dünyayı daha da iyi anlayabiliyorsunuz. Daha iyi anlayan daha da iyi anlatır.