Son 2 Oyun Kala: Arzu Tramvayı Hakkında Her Şey

Tennessee Williams’ın yazdığı, Haluk Bilginer’in çevirdiği ve Hira Tekindor’un yönetmenliğini üstlendiği Arzu Tramvayı oyunu 2017’den beri BKM ve İD İletişim partnerliği ile yeniden sahneleniyor. Ta ki Aralık 2019’a kadar. Son iki İzmir turnesinin ardından oyun Aralık ayında iki kez daha İstanbul seyircisi ile buluşup perdelerini kapatacak. 

Biz de son 2 oyun kala; Arzu Tramvayı oyununu hem inceleyelim; hem de hakkında her şeyi sizin için derleyelim istedik.

Öncelikle oyunun başrolünde Zerrin Tekindor, Şebnem Bozoklu, Onur Saylak ve İbrahim Selim gibi enfes oyuncular yer alıyor. Zerrin Tekindor, histerik bir karaktere insanı titretecek kadar müthiş bir şekilde hayat verirken, Şebnem Bozoklu onun tam da aklı beş karış havada, iyi niyetli olmaya çalışan ama daha çok bencil olan kız kardeşi Stella rolüne harika bürünmüş, Onur Saylak‘ın canlandırdığı Stanley karakterinden iliklerinize kadar tiksiniyorsunuz, İbrahim Selim‘in ise resmen doğal komikliği yetmiş diyebilirim. Çoğu zaman sadece bir bakışı ya da bi cümleyi söylerken ki ufak bir tonlaması tüm salonu kahkahalara boğmaya yetti. 

Arzu Tramvayı hakkında genel bilgilerden başlayacak olursak; oyun ilk olarak 1947 yılında oynanıyor. Hollywood’da baya ses getiriyor ve söylenenlere göre dönüm noktası denecek bir etki yaratıyor. Oyunun yazarı Williams bu oyunla drama dalında Pulitzer Ödülü‘nü kazanıyor. Oyun, 1951 yılında İhtiras Tramvayı adıyla ve Marlon Brando’lu yeni kadroyla (Blanche rolü için Rüzgar Gibi Geçti ile tanınan Vivien Leigh’in eklenmesiyle) filme uyarlanıyor. Film ile oyuncular 1952 yılında en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu ve en iyi yardımcı erkek oyuncu OSCAR’larını kazanıyorlar.

Gelelim bizim Arzu Tramvayı’na…

Arzu Tramvayı’nın bana hissettirdikleri bir tiyatro oyunundan daha fazlasıydı. Üstteki bilgilere de bu yüzden yer verdim. Çünkü oyunu izlerken sadece bir tiyatro oyunu değil de; sanki bağımsız sinema filmi izliyormuşum gibi hissettim çoğu zaman. Film uyarlamasının olmasını da bu nedenle doğal karşıladım hatta keşke diyorum bu oyun da sinema filmine uyarlanabilse. Bu performanslar sadece hafızamızda kalmasa ve daha fazla kişi izleyebilse böylece…

Arzu Tramvayı Ne Anlatıyor?

Oyunun konusu; gençliğinde aşık olduğu adamın trajik ölümünden kendini sorumlu tutan Blanche’ın, bir gün kız kardeşi ile kocasının New Orleans’taki tek odalı evlerine gelmesini işliyor.

Oyunun geçmişte yaşanan bir travma sonrası aile yanına dönme hikayesi ile başlaması bana çok etkisinde kaldığım Manchester By The Sea filmi gibi bir mod yaşatsa da oyun oradaki gibi bir ”iyileşme” hikayesi değil de; bir kadının son durağına varışını ve daha da kötüleşmesini işliyor. Çünkü Blanche’in karşısına onu iyileştirecek bir aile ve insanlar değil de; burada da kendi kasabasında olduğu gibi onu olduğu gibi kabul edemeyen, iyi niyetini kullanan, en basit tabirle kötü insanlar çıkıyor.

Kötü olmayanları bile bencildi. En başta da kız kardeşi Stella geliyor. Stella, Blanche’i ne kadar sevse de; aklı o kadar havalarda ki ablasına iyi gelmek yerine onu daha da vahim durumlara sürüklüyor. Bu yüzden oyunun sonundaki ”Ben ablama ne yaptım” repliği de tüyleri diken diken etmedi değil… Başlarda Stella ve Blanche’in kız kardeş hikayesini izlemek çok keyifli gibi gelse de giderek aynı dünyada yaşamadıkları yüzümüze çarptı oyun boyunca. Stella, gerçeklere gözünü kapatarak mutlu ya da mutluymuş gibi yaşayabiliyor. Blanche bunu yapamadığı için ise daha çok deli muamelesi görüyor. 

Çok fazla kadın hikayesi izleyemediğimizi düşününce de histerik bir kadının baş rolünde yer aldığı bir hikaye izlemek de ayrı güzeldi. Blanche’i bu hale getiren şeyin tüm hayatı boyuncaki hayal kırıklıkları olması, kardeşi gibi çekip gidemediği için tüm zorlukları tek başına üstlenmesi, hayatı boyunca olduğu kişi gibi olamaması, eşini kaybettiği trajik olaydan kendini sorumlu tuttuğu için hiçbir zaman iyileşememesi ve kendini hep çirkin görmesi. Oyunun sonunda ışıkların açıldığı bir sahne var. Blanche’in, aşık olduğu adam ile asla gün ışığında buluşmadığı fark ediliyor ve bir anda ışıklar açılıyor. Blanche, ilk kez aydınlıkta görülüyor. Yalnız o sıradaki aydınlık, oyunun diğer ışık kullanımından farklıydı. Işıklar bariz bir şekilde seyirciye de vuruldu. Bu da seyircinin de Blanche gibi bir an için kendiyle spot ışığının altında yüzleşmesini sağladı. Karakterle bağ kurun ya da kurmayın gözünün içine giren spot ışığının altında kendini -kendi çapında- Blanche gibi hissetmeyen olmamıştır.

Blanche’in tüm o kontes tavırlarının savunma mekanizması olması, aslında kendini korumak ve kabul görmek için yapmak zorunda olduğu şeyler gibi gösterilmesi muazzamdı. Blanche’in yaşadığı travmadan başlayarak tüm anılarını toplayıp gelmesi ve 2.5 saat boyunca bunlara tek tek şahit olmamız nedeniyle tempolu bir oyun bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir ama sahne yoğunluğuna ve oyunculuklara dikkat kesilenler için gayet tatmin ediciydi. İzlediğim en ağır ve yoğun oyunlardan biriydi. Bağımsız sinema filmi sevenlerin, seveceği türden bir oyundu diyebilirim.