Herkes Öldürür Sevdiğini | Dorian Gray Film Yorumu

Yine bir “kitabı okudum, filmi nasıldır acaba?” vakasıyla karşınızdayım. Oscar Wilde’ın tek romanı olma özelliğini taşıyan Dorian Gray’in Portresi’nden uyarlanan film, benim için hayal kırıklığı oldu. Kast seçiminde yalnızca Lord Henry, sizi çok rahatsız etmeyecek bir görüntü ve tavırla karşınıza çıkıyor, onun dışındakiler tatmin edici değil.

Kitaba bağımlı düşündüğümde hiç sevemediğim bu yapımı, kitaptan bağımsız düşündüğümde ise anlamsız buldum. Konuya hakim olmayan biri bu filmi izleyip de ne anlar, ayıp olmasın diye araya serpiştirilmiş hissi veren birkaç replikle ne mesaj çıkarabilir, hayli dağınık sunulan olay örgüsünden nasıl keyif alır inanın bilmiyorum. Hikayenin içine girmek, kendinizi -olmayan- akışa kaptırmak cidden mümkün değil.

Dorian’ın, hazcılığın ete kemiğe bürünmüş hali olan akıl hocasından öğrendiği “muazzam” fikirlerden sonra girdiği karanlık dünyayı, ucu bucağı olmayan cinsellik maceralarıyla yansıtmayı tercih etmişler. Bir dönüşüm görüyoruz evet, ama kopuk kopuk. Dorian’ın hislerini yalnızca kabuslar ve bir-iki argümanla görmemeliydik. Biraz daha özenli, detaylı olsa hoş olurdu.

Basil Hallward, kesinlikle bu hikayede en çok üzüleceğiniz kişilerden bir tanesi. İddia edildiği üzere eğer Dorian’a beslediği bir aşk varsa, ressamlık kariyeri boyunca en çok gurur duyduğu eserin bir vicdan temsili haline gelip çürümesi ve eserde resmettiği o hayran olunası genç adamın ellerinden öldürülmek zaten yeterince korkunç ama, daha da kötüsü böylesine sevdiği birinin olumsuz yöndeki inanılmaz değişimine dehşetle şahit olurken hiçbir şey yapamamaktır.

Dorian’a başta çok üzülürken, sonra çok kızıyor ve midenizin bulandığını hissediyorsunuz. Bana göre bu kitabın da filmin de en önemli karakteri Lord Henry. En çok öfke duyulması gereken de o, en unutulmaz olan da. Felakat ötesi fikirlerini okurken/duyarken hayrete sürüklenirken, söylediklerine hiç katılmadığınız halde söyleyiş biçiminden her zaman etkilendiğinizi fark ediyorsunuz. Tıpkı Dorian’a yaptığı gibi, onu gören duyan herkese de zehrini bu şekilde salmış oluyor.

Henry bu hikayenin şeytanı ama asıl mesele Dorian’ın kim olduğu. İnsanların o güzel yüzüne bakınca hiçbir fenalığı yakıştırmadığı bu gencin neden bu kadar kolay sapıp da korkunç bir canavara evrildiği. Etrafına kötülükler saçan, sayısız hayat mahveden biri olarak anılıyor Dorian. Onlarcasının melek olarak gördüğü, taparcasına hayranlık beslediği, hem Basil’in hem de kendinin katili.

Oscar Wilde’ın Reading Zindanı Baladı adlı eserinden bildiğimiz “Oysa herkes öldürür sevdiğini” dizesini trajikomik bir şekilde bu yazıya uygun gördüm. Yaşadığı dönemde eşcinsel ilişkisi sebebiyle ahlak suçlusu olarak hapse atılan Wilde’ın, bir mektubunda bu hikaye hakkında: “Basil Halward’ın kendim olduğunu düşünüyorum. Bütün dünya ise Lord Henry’nin ben olduğumu düşünüyor. Oysa Dorıan Gray olmak isterdim, belki başka bir çağda.” şeklinde konuştuğunu da söylemiş olayım. Ne anlama geldiğini buyrun düşünün.

Aldığı 6.3 imdb puanını bile hak etmediğini düşündüğüm filmin türü drama, gizem olarak geçse de bence daha çok bir gerilim, korku yapımı ortaya çıkarılmaya çalışılmış. Koca filmde, Sibyl’in ölümünden sonra Dorian’ın toparlanıp neşeli şekilde bir davete hazırlandığı o kısa kan dondurucu sahne, belki de beğendiğim tek şeydi.

Başarılı eserlerin beyaz perdeye aktarılması olayı fikren çok heyecan verici ve cazip olsa da, artık yapılmasa mı acaba diye düşünüyorum bazen. Çünkü bu iki bambaşka dünyanın kesişimi, genellikle kaliteli sonuçlar vermiyor gibi duruyor. Yaratılan dünyayı iyi bulanlar da vardır elbet, sözüm yok. Ama kişisel olarak, pek beğenmediğim bir film oldu. Başka bir “kitaptan filme geçerse n’olur” yazısı okumak isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz. Görüşmek üzere!💙