tds_thumb_td_300x0
Kızılcık Şerbeti’nde ne izledik? | İnceleme

Herkese uzun zaman sonra tekrardan merhaba 🙂 Bugün 2 hafta kadar önce başlayıp, neredeyse yemeden içmeden sürekli izleyip güncel bölümüne kadar bitirdiğim Kızılcık Şerbeti dizisinin son yayınlanan bölüm analizi ile sizlerleyim. 

Ben normalde pek dizi izleyen birisi değilim, genelde başlayıp bittiği için en fazla 2 saatlik filmler izler geçerdim. Özellikle Türk televizyonu dizileri beni çok yorardı lakin konusu asla sıkmayan, aksine oldukça anlamlı mesajlar içeren ve aynı zamanda eğlenceli ve sürükleyici olan Kızılcık Şerbeti dizisine başlayana kadar…  

Kızılcık Şerbeti dizisi her yapımın özellikle Türkiye gibi bir ülkede yapmaya kolay kolay cesaret edemeyeceği bir dizi. Çünkü dizi Muhafazakarlık ve Sekülerlik arasında mekik dokuyor ve birbirinden farklı bir sürü karakter var. Ve dizideki kadın karakterler, özellikle Kıvılcım takımı asla herhangi bir erkeğin kendilerini ezmesine izin vermiyor. Malum bizim yapımcı ve senaristlerimiz çoğunlukla erkeklerin hüküm sürdüğü diziler yazıp izleyene sunmayı sever…  

Bu yorum içeriği aslında biraz da dizinin genel atmosferinin bende uyandırdığı etkiyi de barındıracak gibi. Çünkü epey konuşasım var dizi hakkında. 

İzleyenlerin yakından aşina olduğu gibi dizide farklı kültürlere ait iki farklı aile var. Bu aileyi normalde kıyamet kopsa kimse bir araya getiremez lakin bir ailenin oğlu, diğerinin ise kızının arasındaki aşk sayesinde bir şekilde birbirlerinin hayatına dahil olduklarını görüyoruz.  

Tabii burada kız tarafı asla bu evliliğe sıcak bakmıyor ama gelin görün ki zaten mecbur o evlilik olacak çünkü Doğa hamile 🙂  

Hadi el mecbur kızı ve oğlanı evlendirdik, ikisi de birbirlerine deli gibi aşıklar, üstüne üstlük bir de ortada doğacak bir bebek var, sonuç olarak çiftimiz Doğa ve Fatih aşklarının ve bebeklerinin heyecanı sayesinde gerçekleri görmek istemeyecek kadar kör durumuna düşüyorlar.  

Kıvılcım ne kadar bu evlilik olmamalı, o bebeği aldırmalıyız diye yırtınsa da Doğa bu bebeği doğurmakla ve bu evliliği gerçekleştirmekte kararlı.  

Dizideki tüm detaylar o kadar ince ve sürükleyici işlenmiş ki insan 2,30 saatlik diziyi izlerken bile olaydan kopup bunalamıyor kanımca. Çünkü bu kadar saatin içine bu kadar sürükleyici ve birbirini tamamlayıcı sahneler çekmek kolay bir iş değil.  

Bu iki bambaşka dünyalara ait olan aile Doğa ve Fatih sayesinde birleşince asıl tehlikenin sadece Doğa ve Fatih’in birlikteliği olmadığını anlamaya başlıyoruz.  

Bir taraftan Muhafazakar oldukları için aileyi küçümseyen Kıvılcım’ın onlardan çok farklı olduğu için çat diye o aileye ait olan Ömer’e aşık olup evlenmeleri, diğer taraftan Arslan ailesinin teyzesi olan Alev’in Abdullah’a olan aşkı derken kurulu bombalar yavaştan patlamaya başlıyor. Tabii her iki aile içinde olan her olumsuz olay evlendikten sonra aralarındaki iplerin kopmaya başladığı Doğa ve Fatih’i de etkiliyor.  

Doğa ve Fatih evlendikten sonra birbirlerini aslında çok da tanımadıklarını fark ediyorlar. Çünkü bir insanın sadece kendisini tanımak aslında o insanı gerçekten tanımaya yetmiyormuş, o insanın içinde yetiştiği aileyi de tanıyınca kişiyi asıl o zaman gerçekten tanımaya başlıyormuşsun. Bunu her iki taraf öğrense de iş işten geçmiş oluyor.  

İki aile içindeki kültür ve fikir uyuşmazlığı çatışmaları devam ederken bu sefer daire daha çok daralıyor ve Doğa ailenin kaostan beslenen ilk gelini Nilay ile uğraşmak zorunda kalıyor. Ki zaten ailedeki çoğu arızanın temeli de o 🙂  

Diğer izleyenler ne düşünür tam bilemiyorum ama bana sorarsanız ben Nilaya sinir olan kesimden değilim ve bu Nilayın eğlenceli bir karakter olmasından da kaynaklanmıyor.  

Nilay cahil bir kadın. Geldiği aileyi ve büyüdüğü ortamı bilmiyoruz ama belli ki Nilay karakterinin yaptığı tüm çocukça davranışların altında değersizlik, sevgisizlik ve her söylediğiyle alay edilip özellikle Nursema ve Doğa tarafından dışlanmanın verdiği üzüntü yatıyor. Doğa o eve ilk gelin geldiğinde hemen kendi içinde rekabete başlamıştı bile, çünkü Doğa onun için ailenin tek ve en değerli çocuğuna getirilen kardeş gibiydi. Mesela Nilay kendisini dolandırmak üzere olan, dini kullanarak zengin kişilerden para kopartmaya çalışan falcı kadının ona Doğa’nın bebeğini düşürmesi için verdiği ilacı Doğa içmek üzereyken kendisi de anne olmaya hazır bir kadın olarak bunu vicdanı kaldırmadı ve içmesine engel oldu. Burada aslında özellikle hamile kaldıktan sonra vicdanının sesini daha net duymaya başladığını öğrenmiş oluyoruz.  

Diğer karakterlerden detaylı bahsetmeyeceğim çünkü zaten hepsi olduğu gibi. Alt metninde farklı şeylerin yattığını düşündüğüm tek karakter olduğu için Nilay parantezini biraz açmak istedim.  

Son bölümden bir öncekinde Doğa Fatih’ten intikam almak isteyerek başka biriyle birlikte olduğu yalanını söylediği anda Fatih’in devreleri attı. Burada anlamış oluyoruz ki gerçekten erkekler bazı şeyleri kendilerine reva görürken kadınlar aynısını yapınca, hatta yapmayı geçtim yaptıkları yalanını söyleyince bile nasıl deliriyorlar… Erkeklerin kendilerini bu derece üstün görmeleri bana çok komik geliyor. Beyler kabul edin, bazı konularda bir kadının tırnağı bile olamazsınız.  

Neyse, küçük bir feminist atak geçirdikten sonra devam edelim yorumumuza 🙂  

Yayınlanan son bölümde Ömer hastalığını saklamak için başkasına aşık olduğunu söyleyip Kıvılcım’dan ayrılırken Nursema belki de hayatında ilk defa kendisine karışmaktan asla geri durmayan babasına başkaldırdı. Bu arada ben Nursema karakterini gelişimini çok keyifle izliyorum ve çok güzel işlendiğini düşünüyorum. Karakterin ilk bölümlerde sahip olduğu seküler kesime karşı olan birçok önyargısı kendi yaşadıkları ile doğru orantılı olarak kırıldı. Doğa’nın ailesine, en çok da Alev’e sinir olurken yaşadığı korkunç koca travmasından sonra aslında dış görünüşün tamamen bir yanılgı olduğunu öğrenmiş oldu. Alev oldukça modern giyinen bir kadın olduğu için sürekli yakışık almayan ithamlarda bulurken, Alev ve Doğa onun hayatını kurtarınca önemli olanın kendisine yapılan davranış olduğunu öğrenerek bazı gerçeklere karşı gözü açılmış oldu.  

Mesela Nursema çok zengin bir ailenin kızı, bu yaşına kadar yediği önünde yemeği arkasında büyümüş ama yaşantısını gördüğümüz üzere paranın bazen temel ihtiyaçları karşılamak hariç çok da fazla bir şey ifade etmediğini anlamış oluyoruz. Biz gençler bile ailemiz yaptığımız bazı şeylere karışınca “Ben artık kocaman oldum, karışma yeter!” diye isyan bayrağı çekerken Nursema 30 yaşında bir kadın olarak büyüdüğü evde birey olmayı henüz tadamamış, ailenin kuklası gibi olan içine kapanık suratsız bir kadındı. Ama sevdiği adam ile evlenip ailesinin modern diye bir sürü kötü niyetli etiket yapıştırdığı Alev ve Doğa’nın kendisine yaptığı iyiliklerden sonra o yaştan sonra hayatın gerçeklerini öğrenmeye başlayınca her şey değişmeye başlıyor.  

Ayrıca dizi sadece bazı şeyleri anlamlı kılmakla da yetinmeyip biz izleyenlerin karşısına oldukça keyifli karakterler de çıkartıyor. Mesela dolandırıcı Kayhan… Benim daha cümle kurmasına gerek kalmadan, yalnızca ekranda gördüğüm an itibarıyla gülmeye başladığım bir karakter. Kayhan’ın pek derin bir hikayesi olduğunu sanmıyorum. Dümdüz dolandırıcı bir eski eş. Tabii ilerleyen bölümlerde ne olur onu bilemem.  

Açık söylemek gerekirse dizide şu an Doğa ve Fatih’in hikayesi beni çok heyecanlandırmıyor. Doğa’nın hamilelik sürecinde sanki bir tık daha fazla aksiyon vardı, şimdi bu Doğa’nın aldatma yalanı, Fatih’in inanmayıp araştırmaya kalkması biraz daha pasif ilerliyor. Fatih Doğa’nın boşanma avukatı ile görüştüğünü öğrendi tamam ama buna şaşırması bana enteresan geldi çünkü boşanacakları belliydi. Ya da diğerlerinin ilerleyişi daha aktif olduğu için bana öyle gelmiş de olabilir. Şu an bana en çok seyir zevki veren olay Alev ve Rüzgar arasındaki ilişki. Ya da biz ona Alev, Apo ve Rüzgar üçlüsü arasındaki kaos da diyebiliriz… 

Son bölümde Ev ve Rüzgar’ın yakınlaşıp Alev’in önerisiyle evlilik kararı aldığını görüyoruz. Tabii bu karar ikili çok aşık olduğu için mi? Tabii ki hayır. Çocuklarının 35. Yıl dönümleri için kendilerine yemek organizasyonu kutlaması yaptıkları Apo ve Pembe’nin inadına… Yani küçük bir Apo’yu kıskandırma operasyonu diyebiliriz.  

38. Bölüm sonu Alev ve Rüzgar’ın söz kesimi olurken bitti. Aile büyüğü erkek olarak seçilen Alev’in deyimiyle “Apo” Rüzgar ve Alev’in yüzüklerine bağlı kurdeleyi kesmeye çalışırken Abdullah Alev’in yardım istercesine “Bir şey söyle” demesinden sonra Pembe’ye dönüp ona seslenmişti. Şimdi yüksek ihtimalle herkes “Aha kesin Abdullah söyleyecek ve ortalık fena karışacak” diye düşünüyor ama ben öyle düşünmüyorum.  

Abdullah o kurdeleyi bir türlü kesmeyi beceremediği için Pembeye “Pembe hanım, makas kesmiyor.” Diyecek 🙂 Hatta bir ihtimal Rüzgar esprili kişiliğini ortaya koyarak “Tamam dostum paranı sonra veririm şu an üzerimde nakit yok ne olur kes de bitsin şu fasıl” gibilerinden bir laf edecek gibime geliyor. Çünkü genelde eğer bir kaos yaratılacaksa bu bölüm sonlarında saklanan bir gerçeğin itiraf edilmesiyle, bunu duyan karakterin ise yüzündeki şok ifadesinin detay çekim alınıp ekranın kararmasıyla biter. Bir rtv ve film yapım öğrencisi olarak benim gözlemim bu şekilde. Tabii yanılabilirim de, sadece bir tahmin.  

Evet bu yazı bu kadardı. Genel yorumumla 38. Bölüm yorumunu en kısa şekilde birleştirmek istedim. Umarım okurken keyif alırsınız. Teşekkür ediyorum. Bir sonraki içeriğime kadar kendinize iyi bakın. Görüşmek üzere…  

Şahsiyet II. Fasıl’a İlk Bakış!

Herkese uzun bir aradan sonra merhaba!

Şahsiyet’in kutlu dönüşüyle ben de yazmaya tekrar geri döndüm ve yerimde duramıyorum! Harika bir açılışla seyirciye merhaba dedi Şahsiyet ve tüm şüphelerimizi, korkularımızı bir kara deliğin içine attı.

Yazıma başlamadan önce tüm ekibe teşekkür etmek istiyorum! Emeğinize sağlık!

Beş yıl sonra geri dönen Şahsiyet, ikinci sezon duyurusu yaptığında izleyiciler “Tadında bırakmıştınız ya, gereği var mıydı?” ve benzer yorumları sıkça yapmış yine de yayınlanacak sezona bir şans vereceklerini söylemişlerdi. Ben ise köşemde sessizce (şaka yapıyorum tabii ki değil, her yerden herkesi darlayarak) Şahsiyet ile ilgili en ufak ayrıntıyı öğrenmek istiyordum. İkinci sezon haberinden sonra yavaş yavaş cast açıklanmaya başlamıştı. Magazin gazeteciliğinin duayeni Birsen Altuntaş, ilk isimleri açıkladığında “Tamam,” demiştim “Bu sezon harika bir iş izleyeceğiz!”

Açıklanan ilk castta İlker Aksum, Nergis Öztürk ve Ahmet Mümtaz Taylan’ın ismi geçiyordu. Cansu dere konuk star olarak açıklanmıştı ve sezon Agah’ın ailesine odaklanacaktı.

Açık konuşayım, havalara uçtum.

Yani düşünsenize! Şebnem Bozoklu ve İlker Aksum yeniden bir araya gelecek, Nergis Öztürk tüm karizmasıyla muhteşem bir performas sergileyecekti. Eh zaten Ahmet Mümtaz Taylan’ın namı ortada. Müthiş bir oyuncu.

Birkaç gün sonra Ahmet Mümtaz Taylan haberi revize edildi ve yeni isim Erdal Özyağcılar oldu.

En son Yasak Elma’da Hasan Ali Kuyucu olarak izlediğim, komedinin üstadı bir ismin kadroda oluşu beni tabii ki üzmedi. Telefonun başındaki Hakan Altun gibi (ondan farklı olarak çaresizce değil) yeni sezon haberlerini beklemeye başladım.

Yeni sezonun konusu, yeni oyuncular tek tek açıklanırken Şahsiyet’in yayınlanacağı platform içeriklerinin herbirini iptal ettiğini duyurmuş böylece Hakan Altun modumuz Ahmet Kaya moduna geçiş yapmıştı. Karanlık yollardan geçtik ve zehir gibi sular içtik derken umudumuzun kesildiği an kırmızı balonuyla Gain, Şahsiyet’in yayın haklarını aldığını duyurdu ve ufacık, minicik bir teaser yayınladı.

Duvarlara çentik atmaya başladık işte tam da o an!

Çok gevezelik ettim, hâlâ sabırla okuyorsanız teşekkür ederim. Şimdi sezon hakkında spoiler vermeden konuşmaya çalışayım. ☺️☺️☺️

Senaryosunu Hakan Günday’ın yazdığı Onur Saylak’ın yönettiği baş rollerinde Haluk Bilginer, Erdal Özyağcılar ve Şebnem Bozoklu’nun olduğu Şahsiyet, dün gece yayınlandı.

İlk sezonda Agah’ın, gecikmiş adaleti sağlamak amacıyla işlediği cinayetleri hatırlarsınız. Bu cinayetlerden biri, ikinci sezona da hizmet eden bir hikaye yaratmış ve karşımıza Erdal Özyağcılar’ın canlandırdığı Kader’i çıkartmış. Bu noktada Erdal Özyağcılar’ın karakteri efsane bir şekilde giyindiğini söylemek istiyorum. Kinini, öfkesini ve gözünün dönmüşlüğünü öyle sinir edici bir sakinlikle canlandırmış ki bir an, kurmaca bir hikaye değil de bir seri katilin belgeselini izlediğimi düşündüm. Kader’in hikayedeki konumu yalnızca öldürülmüş kardeşinin intikamını almak değil.

İntikam planı kurarken geçmişin gölgelerinden kendine bir ekip kuruyor. Faili meçhul cinayetlerin maktullerinin yakınlarından kurduğu çete, tek bir şey istiyor. “Onlar ne yaşadıysa Agah da onu yaşasın.” “İntikam Çetesi’nde” ekranlardan yakınen tanıdığımız yüzleri de görüyoruz. Deyim yerindeyse Kader’in eli kolu bir de gözü olan Hikmet’i, Şehsuvar Aktaş canlandırıyor. Aynı ekipte Burhan Öçal’da var.

Kader, Agah’ı avlamak isterken kendini saklama amacı gütmüyor. Aksine ilk anda karşısına da çıkıyor, tehditlerini Agah’tan bir an olsun eksik etmiyor. Azrail’in nefesini ensesinde hisseden Agah da avcısının peşine düşüyor tabii. Düşüyor da, av atak yapsa da günün sonunda avcısından hep kaçmak zorundadır değil mi? Agah da avcısından kaçıyor tabii.

Spoiler vermemek sahiden zor!

Gerilimi hat safhada hissettiğiniz anlar da mizahi dokunuşlarla sakinleşiyor, gülüyorsunuz. Yapılan kelime oyunları öyle dozunda ve yerindeki keyifli bir seyir veriyor. Özellikle İlker Aksum’un performansı izleyicinin konfor alanı olma konumunda. Konuşmasa bile mimikleri ve jestleriyle bile insanı güldürebiliyor. Evin sinir bozucu ama sempatik damadı rolünün hakkını veriyor.

Mizahi ve gerilimli sahnelerimizin yanında küçük bir aşk hikayemiz ve kuvvetli olduğunu düşündüğüm bir trajedi hikayemiz var. Gerildiğimiz, üzüldüğümüz, sinirlerimizin yıpranacağı sahnelere minik flörtleri ve şakaları yedirmek geçen sezon ağır bir tempoyla işlenen hikayeyi daha akıcı kılmış. Buna bayıldım! Aşk dinamiğiniz ilk sezondan hikayesine aşina olduğumuz Deva (Recep Usta) ve eşi Fatoş’la (Eda Şölenci) karşılanacak gibi geliyor. İkinci bölümdeki saniyelik bakışmaları bile içimizin ısınmasına yetti. Yüreklerimizi ağlatacak sahneler ise hikayenin avukatını canlandıran Nergis Öztürk (Meryem) ve annesi rolüyle karşımıza çıkan Nihal Koldaş’ın omuzlarında gibi duruyor, şimdilik. Yayınlanan ikinci bölümde bunun sinyallerini fazlasıyla aldık. Geçmişin izleri ve acısı, hem hüzünle hem öfkeyle Meryem’in gözlerinde yaşıyordu. Annesi ise yalnızca üzülmüyor, kızmıyor aynı zamanda korkuyor da geçmişten, Kader’inden.

Ekibin iyi bir enerji yakaladığı ortada. Her birinin işinin ehli olduğunu da biliyoruz. Hem yeteneklerini hem de enerjilerini işlerine yansıttıklarından ne zaman bittiğini anlamayacağımız bir iş ortaya koymuşlar. Her şeyiyle muhteşem iki bölüm izledik ve eminim tüm sezon aynı titizlikle ve mükemmellikle çekilmiştir.

Burada alkış tutmamız gereken görünmeyen kahramanlarda var. İsmini bildiğim bilmediğim tüm set arkası ekibi ve yardımcı oyuncuları tüm içtenliğimle tebrik ediyorum. Görüntü yönetmeninden, kostüm sorumlusuna, makyözüne muazzam ve özenli bir iş ortaya çıkartmışlar. Sadece oyuncuları değil seçilen mekanları, kostümleri, araçları (özellikle kedi kız makyajına ve kostümüne) izlediğimiz ve her birine ayrı ayrı hayran kaldığımız nadir bir iş izliyoruz. Dönem işi çekip 2020lerden kostümler, araçlar ve saç-makyaj sunan, seyirciyle dalga geçen, aynı senaryoyu döndür dolaş izleyiciye sunan işlerden sonra Şahsiyet ıssız çöllerdeki su gibi geldi, hepimize. Sırf bu yüzden bile başta sanat yönetmeni olmak üzere yaratılan evreni ziyadesiyle tasarlayan, ışık tutan herkese teşekkür ediyorum kendi adıma.

Herkesin eline ve emeğine sağlık. Ödüllere doyamadığınız bir sezon olsun! Sizleri seviyoruz!

Yargı 66.Bölüm Yorumu: “Tahassür”

Şükür kavuşturana… Uzun bir aranın ardından, tekrardan, bir aradayız. Merhaba Sevgili Okurlarım! Nasılsınız? Umarım iyisinizdir, değilseniz bile artık iyi olmak durumundasınız. Çünkü sizlerin de bildiği üzere; ekrana geldiği ilk günden bu yana feleğimizi şaşırtan, bizi duygudan duyguya sürükleyen, pazar akşamlarımızın kepenklerini seve seve kapatmamıza neden olan o dizi nihayet aramıza döndü. Yargı. Evet, Yargı 3.sezonu ile bomba bir şekilde yeni sezonuna giriş yaptı. O yüzden, izninizle, önce bir hoş geldin diyelim pazar akşamlarının vazgeçilmezine. Sonra da ağlamalara doyamadığımız o bölümü, 66. bölümü konuşalım. O zaman ne diyoruz? “Ağlamaya ve gülmeye deli gibi hazırız. Hoş geldin Yargı!”

Ceylin’in kaybolan kızıyla birlikte yüzündeki tebessümün de kaybolması…

Avaz avaz bir ses… “Kızım! Kızım nerede? Mercan nerede?!” diye. Hani derler ya; “Evladımın ayağı taşa değse, benim yüreğim kanar.” diye, işte Ceylin’inki de o hesap… Bağırıyor, haykırıyor; hiç durmaksızın, bir karada bir denizde evladını arıyor. Hem de öyle bir arıyor ki, önüne gelene tek bir soru yöneltiyor: “İki yaşlarında, kısa saçlı böyle… Kızımı görmediniz mi?” diye. Yetmiyor, düşe kalka plajın her bir köşesine bakıyor. Ama görüyor ki, yok. Maalesef bebeği yok! Mercan’ı yok! Ne yapsın, yığılıp kalıyor tabii. Etrafına toplanan kalabalık ise, “Dur kızım, bulacaklar. Merak etme, bulacaklar.” demekle kalıyor. Ama bilmiyorlar ki, bir anne için, evladından ayrı geçen her bir saniyenin ne denli cehennem olduğunu… Neyse. Öyle ya da böyle zaman bir şekilde geçiyor fakat gel gör ki, Ceylin için o zaman hiç geçmiyor. Ne diyordu şarkıda? “Sadece ikimizin uyandığı saatlerde duruyor zaman, Çünkü sadece sen tutuklarsın beni, apansız uyanış gibi”

Peki Ceylin’in kumu kazdıkça kazma metaforu… Bu tam olarak Mercan’sız geçen her bir saniyede Ceylin’in yüreğinde açılan oyuk değil mi?

Tam da bu noktada, Mercan’a dair en ufacık bir ize bile rastlamaz iken bir görgü tanığı çıkıyor karşımıza. O görgü tanığı usulca Ceylin’in omzuna dokunup diyor ki; “Denize gitmedi. Sana anne, anne dedi ama duymadın.” İşte bu cümle, Ceylin’e yetiyor ve bir anne olarak ayağa kalkıp yeniden kızının peşine düşüyor. Keşke işler umduğu gibi gidebilseydi ama işte… Maalesef ki, görgü tanığı olarak dikkate aldığı Macit Amca ileri düzeyde bir demans hastası çıkıyor ve hâl böyle olunca, kızına dair öğrenebildiği tek iz, sadece o cümle oluyor. Tabi bir yandan aramalara da hızla devam ediliyor. Başta Yekta olmak üzere, herkes minik Mercan için seferber oluyor.

Ama işte, yapılan tüm aramalar yetersiz kalıyor. Özellikle de bir anne için. “Ilgaz kalk, kızımızı arayalım. Kızımız kaçırıldı, bizim kızımız kaçırıldı. Çok karanlık ve karanlıktan korkar benim kızım. O şimdi ağlıyordur, annem nerede diye ağlıyordur.” Bu sahne ve devamında gelen o acı feryat var ya hani, “Mercan!” diye… İşte o sahneye gömün beni. Çünkü çok etkilendim. Bir anne boğazı yırtılırcasına feryat ediyor, hem de kim için? Canının en kıymetli yeri için, kızı için. Peki, bize bu hissi hücrelerimize kadar hissettiren kim? Sevgili Pınar Deniz. “İyi ki varsınız Pınar Hanım, iyi ki Ceylin’e hayat veren kişi sizsiniz…” 🧿

“Ben iyi bir anne değilim!”
“Annecim, karanlık. Sensiz dünyam çok karanlık. N’olur bana geri dön!”

Mercan yok, doğru. Annesi onu arıyor, doğru. Peki babası? Babası aramıyor mu kızını? Aramaz mı, deli gibi arıyor. Ama sizin de bildiğiniz üzere, Ceylin yıkılmış durumda. Bir de Ilgaz yıkılırsa kim arayacak kızlarını? Tıfıl savcı Efe mi yoksa kendi kayıpları ile kızının kaybını her an kıyas eden Gül mü? Kim arayacak Mercan’ı? Elbette, anne ve babası. Onlar arayacak sonuna kadar Mercan’ı. Ee şartlar böyle olunca, bölüm boyunca gördüğümüz üzere, kızlarını arama yolunda metanetli ve sabırlı olma görevi Ilgaz’a düştü.

Allah var, Ilgaz hep sabırlı bir karakterdi bugüne kadar. Ama işte, hayat ya bu, bu sefer aradığı kişi kızı olunca onun da şirazesi kaydı. Bu da çok normal zaten. O da bir insan, o da bir acılı baba. Ne diyordu kamera görüntülerini izlerken? “Pizza var mı diye sormuştu. Yok deyince çok üzülmüştü.” Ah, Ilgaz. Bu sahnede de sen mahvettin beni. Kızının kucağındaki son görüntüsüne bakarken ki dolu dolu gözlerin, tarifsiz bir acıya hapsolan mimiklerin… “Daha ne diyeyim Sevgili Kaan Urgancıoğlu, iyi ki siz… İyi ki Ilgaz Kaya’ya hayat veren, onu ifade eden sizsiniz…” 🧿

“Babacım, neredesin? Neredesin gözümün bebeği?”

Buraya kadar ki yazdıklarımdan anlayacağınız üzere, dün akşam, seyir zevki muhteşem olan bir bölümle karşı karşıyaydık. Gerçekten de fragmanlar başta olmak üzere, oyuncuların da röportajlarında vadettiği gibi ağlaya ağlaya bi’ kaldık ve neredeyse stok ettiğimiz tüm peçetelerimizi ekran karşısında bitirdik. Ki eminim, peçeteler en çok adli tıp sahnesinde düşmedi elimizden. Bir telefon ve gelinen yerde göze çarpan bir şapka. Bizler için o şapka alelade bir şey olsa bile, o şapka, Ceylin ve Ilgaz için her şeydi. Kızlarından geride kalan küçük ama avuçlarının aralarına alıp burunlarına götürdüklerinde çok büyük bir şeydi. Çünkü evlat kokuyordu o şapka, evlat. Kızları, Mercan’ları vardı o şapkanın her bir tarafında. Ki Ceylin’in koşarak kendini merdivenlere atıp şapkayı koklaması da, ne yazık ki, bu dediklerimi doğruluyordu. “Gel kızım sokul bana, bir kez daha alayım kokusunu benim küçük bahçemin…”

“Evlat kokusu, cennet kokusudur.”

Evladığın yokluğu, hiçbir şeyin yokluğuna benzemez.

Ya Ilgaz? Ilgaz nerede o sırada? Kurumun tuvaletinde. Ne yapıyor peki? Adliyedeki odasında attığı ilk adımlarına şahitlik ettiği biricik kızlarının artık hayatta olmayabileceği gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyor. Belki de bir baba olarak Ilgaz’ı en çok kahreden de budur ha? Kızının bir daha attığı adımlara şahitlik edememe ihtimali ve yolun geri kalanında da ona kollarını açıp karşılayamamasıdır. Belli ki Ilgaz’da benimle aynı düşüncede ki, aynaya baktığında bu gerçekle yüzleşmemek için, o aynayı paramparça ediyor. Hatta yalnızca aynayı değil, Mercan’sız paramparça olan hayatları gibi tuvaleti de darmadığın ediyor ve bir daha asla ama asla pizza yemiyor. Ne de olsa, zamanla acısı katlandıkça gördü ki, onu kızından ayrı düşüren sipariş ettiği o lanet olası pizzalardı.

Acıları ortak olan fakat acılarını göğüsleyiş şekilleri farklı olan iki kalp…

“Her yerdesin kızım, çok özledim seni.”

Biz de bu dakikalarda tıpkı Ilgaz ve Ceylin gibi perişan bir haldeyiz. “Mercan, Mercan!” diye hıçkıra hıçkıra ağlıyoruz. Aslında sadece Mercan için değil, Ilgaz’la Ceylin’e de ağlıyoruz biz. Çünkü biliyoruz ki, birbirini çok ama çok seven bu iki sevgilinin arasına ilk uçurum; bu şapka ve onlarca görülen örnek vakalardan mütevellit kestirilen acı son ihtimali ile giriyor. Sonrası da pek beklenmedik değil… Bir yatak ve birbirine sırt dönmüş iki sevgili. Biri gözlerini yumamıyor, kızımı görürüm rüyamda da uyandığımda yok olur diye. Bir diğeri ise, kendini rüyalara hapsedip boğuyor ağır ağır. Böyle böyle derken bir yıl sonunda bu iki sevgilinin arasındaki her şey tümüyle yok oluyor ve yana yana birbirlerinden ayrılıyorlar. Ki bu bu noktada kadın her şeye rağmen aşkın penceresini az da olsa açık bırakıyor; “Bir gün Mercan dönerse…” diyerek.

“Kül olur kalbimdeki zamanla, yana yana yana…”

İşte Ceylin’in bu cümlesinin üzerinden tam 1,5 yıl geçiyor ve biz bugüne geliyoruz. Bugün ise, Mercan’ın kaybolduğu plajdayız. Ilgaz, Ceylin ve Pascal yeniden yan yana. Bakalım yaşadıkları bu acı onlara ve bize ne getirecek? İlerleyen günlerde neler olacak? Mercan bulunacak mı? Kaya Ailesi’nin mutlu aile tablosuna yeniden şahitlik edecek miyiz? Tüm bu soruların cevabını hep birlikte alacağız. O güne dek birbirimizden ayrılmak yok. Her pazar akşamı beraberiz, tamam mı?

“Yaşayacağız, ne yaşarsak birlikte yaşayacağız.”

Bölüm yorumumun sonuna gelirken, istiyorum ki son sözlerim Sevgili Sema Ergenekon’a olsun. “Sema Hanım, şahanesiniz. Ve bilmenizi isterim ki; bugün hâlâ #IlCey ‘in aşkından bahsediyorsak, bu aşka hayat veren oyuncularımızdan sonra en büyük pay sizde. Hatta her daim sizde desek, daha doğru gibi…. Çünkü bir hikâye ne kadar sağlam olursa, o denli sağlam hissettirir kendini. Teşekkürler Sema Hanım, çok güzel bir hikâyeye imza attınız.”

🤍

Ve son olarak; bu hikâyeyi yazan, oynayan ve yöneten herkese kucak dolusu sevgiler… Yeni bölüm yorumlarında görüşmek üzere…

Yaz Şarkısı’nı Neden Sevdik?

Hepinize merhabalar! Bu yaz başladığım ve çok beğendiğim bir dizinin yorumuyla karşınızdayım.

Ben normalde pek tv dizisi izlemeyi sevmem. Özellikle yaz dizilerinin konusu ve işleniş şekli hemen hemen aynı olduğu için hiç dikkatimi çekmez. Ancak geçtiğimiz günlerde twitterda gördüğüm birkaç Yaz Şarkısı editleri beni yakaladı…

Sosyal medyada özellikle Yaz ve Murat’ın editleri çok dolaşıyor. Ben de yakın zamanda onlardan birine denk geldim. Murat’ı canlandıran Efekan Can Öğretmen dizisinden beri oyunculuğunu sevdiğim bir aktördü. Nilsu Berfin Aktaş’ı ise Kuzey Yıldızı dizisinden biliyordum ve oyunculuğunu beğenip takip ediyordum. Ve özellikle sanırım Yaz Şarkısı projesi Nilsu’nun Karadenizli bir karakteri oynadığı ikinci projesi. Daha varsa da diğerlerini bilmiyorum.

Dizinin hikayesi KM müzik isimli bir müzik şirketinde şirketin patronu olan sanatçı Kemal’in sosyal medyacısı Yaz’ın keşfedilme yolculuğunu ele alıyor aslında. Yaz ne kadar şirkette sıradan bir sosyal medyacı olsa da aslında keşfedilmemiş bir sanatçı.

Şirketin şarkı yazarı ve bestecisi olan Murat ise Yaz’a aşık. Üstelik bu şarkı söyleme yeteneği ortaya çıkmadan, sıradan bir sosyal medyacıyken bile…

Yaz ise şirketin patronu olan artist Kemal’e aşık. Bir yandan da Yaz, vefat eden babasının şarkılar türküler yazdığı defteri hep yanında taşıyor ki bir gün belki değerlenip babasının gerçekleştiremediği hayali kendisi babasının adına gerçekleştirebilir diye. Zaten o şirkette işe girmesinin en sağlam sebebi de bu.

Tabii bu kısımda araya gizem giriyor. Dizi, Yaz Karadeniz yaylalarında arkadaşlarıyla geleneksel şarkı eşliğinde dans ederken baktığı köprüde babasının birisi tarafından dereye atılmasıyla başlıyor. Acaba babasını kim dereye attı ve atanın sebebi neydi? Normalde yaz dizilerinde bu tür gizemler ve derin hikayeler olmaz. Bunun olması çok büyük artı.

Dizideki karakter tasarımları benim çok hoşuma gitti. Yaz’ın annesi olan deli Emine, Emine’nin sağ kolu olan ve şiveli konuşmasını çok beğendiğim Sema, Yaz’ın eğlenceli ve güzellik bağımlısı teyzesi Fındık Fadi…

Dizinin derin ve gizemli hikayesi akarken bu karakterler kendi özellikleriyle hikayeyi çok akıcı kılıyor. Oya Başar ve Yeşim Ceren Bozoğlu gibi değerli oyuncular ise diziye renk katıyor.

Şimdi gelelim ship seçimine! Dizinin severleri sosyal medyada YazKem ve YazMur olarak ikiye ayrılmış vaziyette. Ama çoğunluk YazMur’dan yana. Ve evet, ben de YazMur’dan yanayım. Kendi sebebimi açıklayayım :

Yaz şarkı söyleyene kadar Kemal tarafından hiçbir zaman fark edilmedi. Yaz sürekli Kemal’in peşinde koştu ve ona yakın olmaya çalıştı. Kemal ise Yaz’a hiç dikkatli bakmadı. Yaz onun için sıradan bir insandı. Hatta öyle ki ayrı kişilerle yemek için dışarı çıktıkları gece kokoş sevgilisi Yaz’a sürekli ters laflar etmesine ve kötü laflar edip kavga çıkartmasına rağmen bu durumdan Yaz’ı suçlu tutup gözünün yaşına bakmadan pat diye işten kovdu. Bu kadar önemsizdi Yaz kendisi için…

Ama Murat öyle mi?

Murat’ın gözü hep Yaz’daydı. Arada çalıştığı kabine uğrayıp laf atıyordu vs. Açılmak için fırsat kolluyordu ama arkadaşlıkları bozulur ve Yaz kendisinden uzaklaşır diye korkuyordu.

Derya Uluğ ile şarkı söylemesi planlanan Kemal’in işi rast gitmeyince şarkı için farklı kız sanatçı arayışına çıktılar ve tesadüf eseri Yaz’ın sesi keşfedildi. Kemal o sesin Yaz’a ait olduğunu öğrendikten sonra hoop hemen kıymete bindi. Yaz “Ben sizin için neyim Kemal Bey?” diye sorduğunda ise “Yeteneklisin, çok güzelsin.” Cevaplarıyla karşılaştı. Bu soruyu Murat’a sorsanız maniler dizerdi. Ki ilk bölümde Yaz uyuduğu için duymasa da dizmişti. Hatta o gece Emine tarafından basılıp biz evleneceğiz cevabıyla paçayı kurtarmışlardı. Bu aşk oyunu da en çok Murat’ın işine gelmişti.

Tabii her şeyi bir kenara bırakırsak Yaz Kemal’e aşık. Aslında Kemal ile şarkı söylemek ve aşık olduğu adamla şöhretin tadını çıkartmak fazlasıyla işine gelse de ortada annesi deli Emine varken bu imkansız. Emine kızının da babasının henüz gizemi ortaya çıkmamış kaderini yaşamasından çok korkuyor.

Ve bu hikayede Murat’ın adamlığına ayrı bir parantez açmak istiyorum. Yaz ve Kemal’in şarkı kliplerini Emine görüp evlilik arifesinde olduklarını sandığı Murat’a “Sen nasıl adamsın? Müstakbel eşin elin adamıyla şarkı söyleyip oynuyor sendeki rahatlığa bak” içerikli bağnaz bir yorum yapsa da Murat’ın “Ben onun sahibi değilim. Yaz kendi kararlarını kendi verebilecek yaşta. Bana müstakbel eşi olarak yaptığı işe destek olmak düşer.” Demesi beni benden aldı.

Şu an hikaye oldukça heyecanlı ilerliyor. Umarım hiç bozmaz. Ve umarım Yaz önünde sonunda Murat’a varır.

Benden şimdilik bu kadar. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Başka içeriklerde görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın.

Por que amamos “Ya Çok Seversen”? | comentário da série

A série atende a tudo o que se espera de uma comédia romântica que vai ao ar durante o verão e é extremamente agradável. A atuação é bem-sucedida, o clima é alegre e o roteiro é fluente. O personagem “Ateş” interpretado por Kerem e o personagem “Leyla” interpretado por Hafsanur são pessoas muito simpáticas e será muito bom observar sua transformação ao longo do tempo. Pequena nota aqui; Acho que seria melhor se o desenvolvimento da relação entre eles fosse mais espalhado e profundo porque é um pouco rápido demais.

A equipe com a qual Leyla trabalha, a tia de Ateş (Hatice Aslan) e os sobrinhos de Ateş, também são muito bons tanto no elenco quanto na atuação. Quando todos esses elementos são combinados, a série é divertida e bastante adequada para passar o tempo.

Todas as cenas clichês a que estamos acostumados estão disponíveis em Ya Çok Seversen. 😅 Piscina, dança, ciúmes, pequenas discussões, criança fofa adorando a garota principal.. Essa lista vai para sempre, você sabe. Para encurtar a história, Ya Cok Seversen é o protetor desta temporada de verão do lado de Türkiye. Se você concorda, por favor, deixe-nos saber nos comentários.

error: Korunan İçerik!