tds_thumb_td_300x0
The Menu Film Yorumu | Menüde Sizin İçin Ne Var?

Mark Mylod tarafından yönetilen, 2022 yapımı gerilim filmi The Menu, bizler için menüsünde kara mizah ve eleştiri de barındırıyor diyebiliriz.

The Menu, içinde restoran eleştirmenlerinin de yer aldığı bir grup ”özel insanın”, özel bir restorana davet edildikleri bir geceyi konu alıyor. Öyle özel bir restoran ve davetliler de öyle özel ve öyle zengin kişiler ki, hayat onlar için şovdan ibaret. Restoranın şefi de, menüsü ile o insanlara yakışır bir şov hazırlıyor.

Sistem eleştirisi, kapitalizm gibi konuları filmlerde yüzlerce kez izlemişizdir ancak The Menu, bu çok aşina olduğumuz temayı bambaşka bir dinamikten anlatmayı başarmış bir yapım. Üstelik bu anlatıyı, genellikle aşina olduğumuz gibi dram türüne değil de bir gerilim/korku filmine yedirmeyi de başarmış bir iş. Bu anlamda, Nassos Vakalis’in yönettiği 2014 yapımı kısa film Dinner For Few‘i de biraz andırdığ da söylenebilir.

”Asla doyuma ulaşmayacak insanları, doyurmaya çalışma gafletine düştüm.”

Şef, doyumsuz, görgüsüz, şımarık, esasında sanattan ve incelikten anlamayan ama sırf parası olduğu için bunların zarafetinden yararlanabilen insanlara duyduğu öfkeden hareketle, bu insanlara bir ”son akşam yemeği” kurgusu hazırlıyor.

Dexter’ın, kurbanlarını ”hak edenlerden” seçmesi gibi şef de elit davetlilerini en hak edenlerden seçmiş. Öyle ki, menü ilerledikçe karısını aldatan iş adamı, yalancı eleştirmenler ve evrakta sahtecilik yapan insanlar görmeye başlıyoruz bu üst tabakanın arka planında…

Tüm bu seçilen elitlerin içinde o tabakaya ait olmayan bir kız vardır. Son anda davetlilerden birinin randevusunu değiştirmesi ile bu adadaki restorana gelen Margot, şefin menüsü için bir tehdittir.

Bu nedenle şef ona bir seçim hakkı sunar; Margot kendisini elitler içinde mi yoksa onlara hizmet eden kesim içinde mi konumlayacaktır?

Restoranın sahibi, o lezzetli yemekleri pişiren ve bunu bir sanat olarak icra eden şefler, onların emeğini hiçe sayan ve takdir etmekten çok uzak olan doyumsuz bir üst tabaka. Bu iki grup arasında kalan Margot, filmin de kaderini değiştiriyor diyebiliriz.

Özetlemek gerekirse, The Menu, 2022’nin en iyileri arasındaydı diyebiliriz. Kaçırılmaması gereken bir film!

Yılların Efsanesi Avatar’ı Neden Seviyoruz?

Yakın zamanda çıkan devam filmiyle herkesin tekrar diline dolanan, en çok hasılat rekorunu uzun yıllar boyu elinde tutmuş olan Avatar neden bu kadar seviliyor? Sebeplerini anlattık.

Öncelikle, Avatar’ın yarattığı dünyaya inanmakta hiç zorluk çekmiyorsunuz. O vahşi ve kendine has yapısıyla, o evren özenle hazırlanmış ve sonraları ikonikleşecek animasyonuyla izleyiciyle sunulmuş. İkinci olarak, filmin kurgusu. Neredeyse üç saatlik süresine rağmen Avatar oldukça dinamik bir akışa sahip ve sıkıcı olmadan hikayesini anlatabiliyor. Hatta izlerken merak ettiğiniz ama sanki ona zaman kalmadığı için gözardı edilmiş hissi veren küçük detaylar/konular bile olabiliyor.

Yoğun duyguların merkeze konması. Klişe denebilecek bir konusu olmasına rağmen, iki toplumun arasındaki o savaş, ana karakterimizin değişimi ve Na’vi’lerin yaşam tarzları, prensipleri o kadar iyi vurgulanıyor ki, filme karşı beğeniniz ve seyrderken aldığınız keyif artıyor. Ayrıca yaratılan fantastik evrenin dili, doğası, kanunları gibi ögeler de oldukça unique.

Son olarak, heyecan unsurunun zamanlamaları da oldukça iyi. Tüm bunlardan bağımsız olarak da, benim için filmin en sevilesi yanlarından biri Joel David Moore ve Stephen Lang’ın karakterleri ve bu ikilinin oyunculuklarıydı. Biri aşina olduğumuz o tarzdaki bilim insanını, diğeri de acımasız bir askeri tam anlamıyla yaşamıştı. İzlerken, amaçlarına katılmaktan bağımsız olarak her iki karaktere de saygı duyduğumu belirtmeliyim.

Film Önerisi: Drive’ı Neden Seviyoruz?

Yakın tarihin ikonik filmlerinden Ryan Gosling başrollü Drive, kendini aksiyon ve dram türlerinde tanımlasa da aynı zamanda çok tadında bir “gerilim” bence. Bir saat kırk dakikalık süresiyle izleyiciyi hiç sıkmayan ve görünüşte durgun yapısına rağmen oldukça sürükleyici bir yapım.

Benim filme dair en sevdiğim şey müzik kullanımı tercihleriydi kesinlikle. Heyecanı yüksek sahnelerde bile arkaya bangır bangır yüksek ritimli şeyler eklenmemiş ve yalnızca belli başlı noktalarda özenli seçimler yapılmış. Film bunu sadece oyuncusuna ve çekimlerinin gücüne güvenerek yapıyor ki ne mutlu bize, başarıyor da. Müziği hayatındaki en önemli şeyler listesinde başlara koyan ve görsel her türlü içeriğin gücünü/etkisini inanılmaz artırdığını düşünen ben bile bu filmin kurgusunu sevdiysem eminim birçok kişi de sevecektir.

Drive’ın bir diğer iyi yönü ise diyalogların yalınlığı. Bildiğim kadarıyla yapım aşamasında yazılı metinden gereksiz her şeyin çıkarılacağı söyleniyor. Görünüşe göre bu iddia gerçekleşmiş çünkü karakterimizi konuşurken çok az görüyoruz ancak bütün duygularına hakimiz. “Suçlu ve gerektiğinde sert” kategorisinden biri olduğu için hiç konuşmaması onu duygusuz göstermek gibi çok kolay yaşanabilecek tatsız bir yanılgıya dönüşebilirdi ancak dönüştürmemiş. Her şeyi bakışlarından ve mimiklerinden anlıyoruz. Birçok anda bedeninden ziyade gözleriyle oynuyor da denebilir Gosling için.

Sinematografi anlamında da seyircisini memnun eden bir iş Drive. Gözünüz güzel kadrajlara doyacaktır. Son olarak, Ryan Gosling’in fenotipi benim için bu filme tam uygun değil. Seçecek olsam (ne haddime) kesinlikle bambaşka biri olurdu ancak oyuncunun sırıtmadığını, filme özdeşleştiğini ve tabii ki onun artık Drive’ı Drive yapan şeylerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Imdb’si 7.8 olan filme benim puanım da 8 oldu, dolayısıyla hak ettiğinden daha düşük veya yüksek bir yerde olmadığını düşünüyorum, tadında bir seviye. Dünyanın en iyi filmi değil ancak harcadığınız vakte değiyor. Bir de filmin en çok eleştiri aldığı konunun aksiyon konusunda olduğu uyarısını yapayım. Beklediğiniz şey vurdulu kırdılı bir şeyse Drive doğru tercih değil, uzak durmalısınız. Daha çok karakterin aşık olma hikayesi ve değişim süreci. Daha doğrusu değişmeyi sadece isteyebilmesi.. Gerisi spoiler, görüşmek üzere.

Pearl Film Yorumu: Bir Yıldız Doğuyor

Haftasonu, soğuk kış akşamınıza ekranın karşısına geçip biraz ”kırmızı” tonlarında renk katmak ister misiniz? O halde korku türündeki Pearl tam size göre. Korku dediysek, aklınıza seri katiller ya da hayaletler gelmesin… Bu film başka türlü bir korkuyu anlatıyor. İnsanın kendine yabancılaşmasını, istemediği bir hayata sıkışıp kalmasını ve hayallerinin de kendisi ile birlikte çürüyüşünü…

Pealr Filminin Konusu

1910’lu yıllarda geçen film, Pearl adında bir genç kadının, eşi Howard’ın savaşa katılmasıyla birlikte kendi ailesiyle çiftlikte yaşamaya devam etmesi ama sinema perdesinde izlediği kadınlar gibi dansçı olup, çok güzel bir hayata kavuşma hayali kurmasını konu alıyor. Pearl bu hayali için cinayet işleyecek kadar ileri gitmeye hazır. Filmin ”kırmızı” ve ”korku” ağırlığı da burada başlıyor.

Filmi, korku türünün diğer çoğu örneğinden ayıran bir diğer özelliği de konusunun yanı sıra; enfes sinematografisi. Film size her karesiyle adeta görsel şölen yaratıyor.

Yoksulluk İçinde Çürüyen Hayaller ve Hayatlar

Pearl, içinde öldürme dürtüsü yatan bir genç kadın. Annesinin onu ”kötü tohum” olarak adlandırması, felçli babasına bakmak zorunda kalması ve bu nedenle giderek yoksullaşan hayatları ve son olarak da evlendiği zengin adam Howard’ın savaşa katılmasıyla ölmüş olma ihtimali Pearl’ün, kendini sevmediği bu hayata iyice sıkışmış hissetmesine neden oluyor.

Pearl, bu yoksul ve sevmediği çiftçi yaşamından kurtulmak için tek çıkış bileti olan ”dansçılık hayaline” sarılıyor. Kendisinin çok iyi bir dansçı ve yıldız olduğuna inanan Pearl, bunu adeta bir takıntı haline getiriyor.

Annesine göre ise bu hayaller boş beklentilerden başka bir şey değil çünkü hayat, çoğu zaman beklentilerimizi karşılamaz. Hayatın işleyişi böyle. Pearl, bunu inkar ederek hayalleri için fazlasıyla ileri gidiyor.

Filmde, Pearl’ün birçok korku dolu anına şahitlik etsek de filmin ”Dünyanın işleyişi” konusunda sunduğu bu yüzleşmeler birçok sahneden daha korkunçtu.

Pandemi’nin Filme Etkisi

Film, İspanyol Gribi salgının başladığı yıllarda geçtiği için ”toplanmaktan kaçınma” gibi önlemler, toplu alanlara maske ile girilmesi ve ”pandemi” tanımını karakterler duymamız ile birlikte üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen yaşadığımız döneme paralel sahneler sunuyor.

Ti West, iki dönem arasında kusursuz bir paralellik kurarak insan olmanın ve insanın yaşadığı bunalımların evrenselliğine ve zamansızlığına güzel bir göndermede bulunmuş.

Son olarak yönetmen Ti West’in yanı sıra Mia Goth’un oyunculuğuna da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Pearl’ün en başından beri tekinsiz kişiliğini, hayal kurarken ki o tarifsiz mutluluğunu ve yaşadığı her hüsranda büründüğü trajik kişiliği mükemmel bir şekilde canlandırmış.

IMDb’den Ne Haber?

Filmin güncel Imdb puanı 7.0 olarak görünüyor. Korku türündeki bir filme göre başarılı bir puan. Sebepler ise muhtemelen yukarıda özetlediğimiz gibi… Şimdiden herkese keyifli seyirler!

Film Önerisi: ”Glass Onion: A Knives Out Mystery”

Bıçaklar Çekildi: Gizemli Bir Serüven filminin devamı olan Glass Onion, Rian Johnson tarafından yazılıp yönetilmiş olup, başarılı oyuncu Daniel Craig, yeni bir cinayet davasını üstlenen usta bir dedektif olan Benoit Blanc olarak orijinal filmdeki rolüyle tekrar karşımıza çıkmaktadır.

Filmin Edward Norton, Kate Hudson, Ethan Hawke, Hugh Grant ve Kathryn Hahn gibi isimlerden oluşan oyuncu kadrosu ise adeta yıldızlar geçiti…

Konusu

Film, ”kendi cinayetini çözdürmek için” kendisini öldürmek için sebepleri olan arkadaşlarını aynı eve toplayan bir milyonerin dedektiflik oyununu konu alıyor. Bu gruptaki herkes bilmeceleri çözmek konusunda başarılı insanlar. Kendilerine gelen gizemli kutunun şifresini çözüp, adaya gitmeye hak kazanıyorlar. Adanın amacı yukarıda da dediğimiz gibi gerçek bir cinayet değil de ”dedektiflik oyunu” iken birden işin rengi değişiyor ve bu arkadaş grubunun arka plandaki hikayesi, gerçek cinayetleri meydana getiriyor. İşi çözmek de Sherlock Holmes gibi bir dahi olan gerçek dedektif Benoit Blanc’a kalıyor.

Knives Out Kadar İyi mi?

Öncelikle film, Knives Out’un başarısını ve namını sürdürmüş diyebiliriz. Ancak ikinci filmdeki ada konsepti ve hikaye ilk filmdeki hikahye ve aile dramaları kadar tatmin etmedi beni. İlk filmdeki aile sırları ve gizemleri daha sürükleyiciydi. İkinci filmde ise, arkadaş grubunun birbiri olan iş ilişkilerini takip etmek çok tat vermedi.

Ama hikayeyi bir kenara koyarsak; filmin bu hikayeyi alıp zaman örgüsünü bozup, karmaşıklaştırarak anlatma becerisi takdire şayandı. Belli bir kronolojiyi izlemeyen film, sizi birçok kez şaşırtmayı başarıyor.

2 saat 19 dakika süren film, cinayetin sebebini son dakikada açıklamaya sığdırmak yerine; bu sebebi filmin başına, ortasına ve sona başarılı bir şekilde yedirerek yayıyor. Böylece filmin süresi de izleyenleri sıkmıyor. Çünkü film tek bir mekana sıkışıp kalmamış oluyor.

Bazı noktalarda da, ters köşelerin çok iyi kurgulanmış olduğunu söylemeliyiz. Örneğin Blanc’ın adaya dahil oluşu basit bir gizemmiş gibi başlarken, hikaye sizi alıp bambaşka yerlere götürüyor ve giderek karmaşıklaşarak film serinin ilk filminin başarısının hakkını bir kez daha veriyor.

IMDb’den ne haber?

Filmin güncel IMDb puanı 7,7. İzleyiciden geçer not aldığını söylemek mümkün.

error: Korunan İçerik!