tds_thumb_td_300x0
Distopik Bir Dünyada Modern Toplum Eleştirisi: The Lobster

Dogtooth (2009) filmiyle adını tüm dünyaya duyuran Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos ‘’The Lobster’’ filmiyle izleyiciye ”gözetim olgusu” üzerine distopik bir dünyanın kapılarını aralıyor. Ülkesi dışında çektiği ilk film özelliğini taşıyan The Lobster, 2015 Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülünün sahibi olmuştu. Gösterildiği festivallerde büyük bir ilgi gören The Lobster’ın başrollerini Colin Farrell, Rachel Weisz, Ben Whishaw ve Lea Seydoux gibi ünlü isimler paylaşıyor. Senaryosunu da Yorgos Lanthimos’un yazdığı film, modern dünyanın yarattığı toplum kurallarına karşı çıkıyor. Lanthimos, Lobster’da modernizm ve iktidar eleştirisini; kadın-erkek ilişkileri üzerinden yola çıkıp insani ilişkileri irdeleyerek izleyiciye yansıtıyor. Yaratılan distopik dünyada toplum kurallarına karşı yapılan eleştiri ironi ve mizah ile harmanlanarak izleyiciye sunuluyor.

Film bekar kalmanın yasak olduğu ve yalnız kalan insanın bir otelde kırk beş gün içinde kendisiyle uyum kurabilecek bir eş bulamazsa seçtiği bir hayvana dönüştürüleceği bir toplumda geçiyor. Film absürt bir distopyada geçiyor gibi gözükse de gerçeklikten ve gerçekliğin temsilinden izler taşıyor. Film boyunca toplum tarafından kabul edilmiş evlilik düzeni, insanlara dayatılan aile kurumunun yüceltilmesi ve evliliğin toplumun çizdiği normlara göre düzenlenmesi eleştirisi yapılıyor. Filme göre, bekar kalan bir insan ormandaki bir hayvandan farksız değildir. Yalnız kalmak bir suçtur. Lanthimos yarattığı dünyayı, Otel, Orman ve Şehir olarak üç mekâna bölüyor. Filmi de üç ayrı bölümde inceleyebiliriz. (Yazının buradan sonraki bölümü spoiler içermektedir)

OTEL

Filmin ilk bölümünde partneri ölen, terkedilen, hiç partneri olmayan her birey bir otele yerleşip orada 45 gün boyunca eş bulmak zorundadır. Otelde farklı kurallar uygulanmaktadır. Bu kurallara uymayan ve başarısız olanlar bir hayvana dönüştürülmektedir. Ana karakterimiz David bu otelin bir ziyaretçisidir. Otele girerken de yanında abisi yani köpeğiyle beraber girmiştir. Abisinin partneri yoktur ve köpek olmayı seçmiştir. Otelin belirlediği düzenin dışına çıkan ziyaretçiler ağır cezalara çarptırılmaktadır. Politikalar ve yasalar otelde üretilmektedir. Otel içerisindeki sistemin George Orwell’in 1984 kitabındaki düzene benzediğini görebiliriz. Otelde yapılması gereken her şey belli saat dilimlerine bölünmüştür ve o saatlerde yapılmaktadır. Konuklar oluşturulan tekdüzelik sonucunda mekanikleşmiş ve duygusuzlaşmıştır. Oteldeki ziyaretçiler içlerinde bulundukları durumu sorgulamıyor. Bu durum da modern insanın toplumsal normları sorgulamadan kabul edip uygulamasını anlatıyor. David, otelde ayakkabı numarası olarak 44,5 seçtiğinde, 44 ya da 45 seçmesi gerektiği, buçuklu sayıların olmadığı söylenir. Otelde her şey siyah ya da beyazdır, farklılıklara yer yoktur. Buradan da toplumun bireyleri tektipleştirdiği gibi, oteldekilerin de konukları tektipleştirdiğini görüyoruz.

Lanthimos, modern dünyadaki normları metorofik bir biçimde oteldeki kuralların içerisine iliştirmiştir. Örneğin; otelde kendisine uygun eşi seçen bireyler arasında bir sorun çıkarsa bu çiftlere çocuk verilmektedir. Gerçek toplumda da çocuk yapmanın evliliği kurtardığını savunan bir fikir mevcuttur. Düzenlenen çeşitli etkinlik ve uygulamalarla çift olmanın önemi sık sık vurgulanıyor. Çift olmak için ise uyumlu olmak en önemli özelliktir. Çiftlerin ortak özellikleri ve hobileri keskin sınırları olan bir yasaya dönüştürülmüştür. Bir hayvana dönüşmemek için karşısındaki kişiyle ortak özelliği varmış gibi davranan insanlar mevcuttur. Örneğin oteldeki bir konuk, burnu kanayan bir kadın ile çift olabilmek için kendi burnunu kanatır. Bu da günümüz ilişki yapısını ortaya koymaktadır.

Otorite – Özgürlük İlişkisi

İnsan iradesini devlet aygıtına bırakır. Devlet onun yerine içinde bulunduğu kurumu ve yaşam biçimini düzenleyip denetler. Filmde mekan olarak tasvirlenen oteli, devlet olarak konumlandırabiliriz. İçindeki konuklar da otel sahipleri tarafından denetlenmektedir. Orwell’in 1984 kitabındaki gözeten ve denetleyen ”Big Brother” benzetmesi yapılabilir. Gözetim olgusu, önemli bir denetim türü olarak insanlık tarihinde yer almaktadır. Olgu ilk olarak Bentham’ın panoptikon modeli ile ele alınmış, Foucault’un çalışmaları ile kavramsallaşmıştır. Foucault’a göre iktidar toplumun her alanında hatta bireyin bedeni üzerinde bile gözetim ve denetim mekanizması haline gelmiştir. İlişkilerin merkezinde dahi yer alan iktidar, toplumu düzenlemektedir. Gözetim olgusuna göre bireyler doğumdan ölüme kadar yaşamın her alanında denetlenmektedir. Bireyin toplumda uyması gereken kurallar belirlenmiştir. Bu olgu ise doğrudan ya da dolaylı şekilde iktidar ile ilişkilendirilmektedir. İktidarlar “Görülebilen her şey denetlenebilir” ilkesinden yola çıkarak güçlerini kullanmaktadır.

Filmde de iktidarın temsilleri ve toplumsal normlar ile sık sık karşılaşıyoruz. Örneğin; otelde insanlara özgür davranabilecekleri iki tane hak verilmektedir. Birincisi eğer yalnız kalmayı seçerlerse dönüşecekleri hayvanı seçebilmektedirler. Ana karakterimiz David, dönüşeceği hayvan olarak Istakoz seçmiştir. İkinci hak ise eğer ormandaki yalnız insanları avlayıp öldürürlerse otelde bir gün daha fazla konaklayabilirler. Otel bu şekilde yalnız yaşayanların sayısını azaltmaktadır. Otoriteyi korumak için her tür yaptırım uygulanabilir. Bireyler ise, toplumdan dışlanma korkusu ile özgürlüklerinden vazgeçmektedir. David’in kendine hayvan olarak ıstakoz seçmesinin sebebi ise; karakterin deyimiyle ”ıstakoz uzun yaşar ve aristokrattır.” Ayrıca sistemin dışına çıktığında hayvana dönüşüm Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabını çağrıştırmaktadır.

Gregor Samsa bir gün uyandığında kendini böcek olarak bulmuştur. Kitapta Kafka şöyle söylemektedir: ”Herkes beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor.” Birey toplum içerisinde özgür değildir. Lobster’daki oteli de büyük bir hapishane olarak tasvir edebiliriz.

ORMAN

Otelin dayattığı düzenden kaçan yalnızlar ise ormanda yaşamaktadır. Filmde ikinci bölüm David’in otelden kaçıp kendisi gibi yalnızlardan oluşan bir topluluğun içine girmesi ile başlar. Sistemin aslında karşısında gibi görünen ve ona muhalif olarak yaratılan sistemin de aslında öteki sistemden farklı olmadığını görüyoruz. Ormanda geçen bir sahnede ormandaki liderin tasma takıp yürüttüğü domuz gösteriliyor.

Ardından anlatıcı; “Bazı cezalar diğerlerinden daha kötüdür.” diyor. Bu replik ve ormanda kurulan yeni düzen akıllara George Orwell‘ın romanı Hayvan Çiftliği’ni getirebilir. Çünkü Orwell de kitapta düzenin değil düzenin başındakilerin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Ormandaki lider konumunda bulunan kadın bir süre sonra diktatörleşmektedir. Ormandaki topluluk da çeşitli kurallar ve cezalar belirlemiştir. Örneğin; duygusal ve cinsel ilişki yaşamak yasaktır. Tek bir müzik vardır ve yalnız dans edilir. Lanthimos bu sahnelerde ise bireyciliği işlemektedir. Baskıdan ve otoriteden kaçan insanlar kendilerini burada da bunlara yakın bir düzenin içerisinde bulur. David, ormanda kendisi gibi miyop bir kadını bulur ve aralarında bir ilişki başlar. Karakterler, iktidarın dilini reddederek kendi dillerini oluşturmaya çalışırlar. İlişkiyi açığa çıkarmamak için özel bir beden dili üretirler. Farklı şarkıları senkronize edip dans ederler.

ŞEHİR

Kadın karakter ile David’in ilişkisi ortaya çıktığında, kadın kör edilerek cezalandırılır. Yalnız yaşamak için ormana gelen David, biriyle uyumlu olabileceğini görünce eş adayıyla birlikte toplumsal hayata karışmak için ormandan şehre kaçar. Şehirdeki denetim organı ise polislerdir. Filmin finalinde ise David elinde bir bıçağı gözüne doğru tutmaktadır. Filmin finali ise belirsizdir, izleyiciye bırakılır.

Filmde zaman ve mekan konusunda net bilgiler verilmiyor. Otel, orman ve şehrin nerede olduğu izleyiciye gösterilmiyor. Her ne kadar distopik olarak gözükse de Lobster’da tasvir edilen yaşam biçimi günümüze çok yakın olabilir. Ayrıca aile kurumu evrenseldir. Filmde yaratılan dünya ile Türkiye’de de Amerika’da da karşılaşabiliriz.

Lanthimos genel olarak önceki filmlerinde sabit geniş planlarıyla oluşturduğu tarzını bu filmde de devam ettirmiş. Fakat Lobster’da diğer filmlere göre daha soluk ve kasvetli renk paletleri tercih edilmiş. Yönetmenin soluk renkler tercih etmesi izleyiciye karanlık bir distopik evren izleteceğinin sinyallerini veriyor. Anlatı daha çok mavi, yeşil ve kırmızı renk tonları üzerinden ilerliyor. Bu renkler insanların en çok aşina oldukları renkler olduğu için aslında izleyicilere tanıdık bir dünya da göstermek istemiş. Genellikle izleyiciyi geren müzik seçimleri yapılmış ve yaratılan bu distopik dünya ile uyumu sağlanmış. Şatoya benzeyen bir otel içerisinde; otel müdürü ve partnerinin şarkı söylerken ses tonlarıyla eski İtalyan operalarını anımsatması, savunulan zihniyetin bir parçası haline gelmektedir.

The Lobster, temelinin yakın zamanda atıldığı ‘’Yunan Yeni Dalga’’ sinema akımının en önemli örneklerinden biri. Lanthimos’un filmde kullandığı müzikler, renk ve kamera açıları seçimleri, karakterler seyirciye ulaştırmak istediği mesajları besliyor. Alaycı bir şekilde modern toplum eleştirisi yapılan filmde, birçok metafora ve alt metne rastlamak mümkün. Seyirciyi hem kendisiyle hem de içinde yaşadığı toplum ile yüzleştirmek isteyen yönetmen, bunu film boyunca yarattığı sahneler ile sağlıyor. The Lobster, teması, özgünlüğü, dili ve atmosferi ile son zamanların en iyi filmlerinden!

Emmy’e Damga Vuran ”Fleabag” İzlemek için 5 Neden!

Phoebe Waller-Bridge’in yaratıcısı olduğu ve bu yıl Emmy’e damga vuran Fleabag’i izlemeniz için 5 sebep!

1) Öncelikle Fleabag seyirci ile dizi arasındaki duvarı yıkıyor! Baş karakterimiz kameraya doğru konuşarak seyirciyle ilişki kuruyor. Attığı her adımda kamera Fleabag’i takip ediyor, kameraya bakışı, gülüşü ve konuşmaları ile bağ kuruyoruz onunla.

2) Olivia Colman ve Sherlock’un Moriarty’si olarak bildiğimiz Andrew Scott harika oyunculuklarıyla başrol Phoebe-Waller Bridge’e eşlik ediyor.

3) İngiliz komedi dizisi olarak geçse de hem komedi hem dram bir arada! Fleabag’in bir sahnesinde kahkahalarla gülerken, hemen arkasından gelen sahnede gözyaşlarınız akabiliyor. Hayata benzer bu yönünden dolayı özdeşleşebileceğiniz bir çok an yakalayabiliyorsunuz.

4) Dizinin iki sezonu da 6 bölüm. İzlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve doyamıyorsunuz. Kısa bölüm süreleri ve akıcı anlatımıyla bir çırpıda bitirilebilecek sıradışı bir dizi Fleabag.

5) Tabuları yıkan bir kadın karakter, incelikli diyaloglar… Fleabag sayesinde farklı kadın temsillerinin de yansıtılabildiğini görüyoruz. Çalkantılı hayatıyla başa çıkmaya çalışan karakterin hem aile ilişkisinde hem ikili ilişkilerinde yaşadığı olayları ve onları yorumlayışını izliyoruz.

Call Me By Your Name: “Söylemek mi daha iyi, ölmek mi?”

André Aciman’ın 2007 yılında yayımlanan aynı isimli romanından beyazperdeye uyarlanan ‘’Call Me By Your Name’’ dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapmıştı. 90. Akademi Ödülleri’nde ise dört adaylığıyla dikkatleri üzerine topladı ve  ‘’En İyi Uyarlama Senaryo’’ ödülünü kazandı. Luca Guadagnio’nun yönetmenliğini üstlendiği film ilk aşkın heyecanını, ait olmayı, saf tutkuyu sade ve doğal bir dille anlatıyor.

1983 yazı. Kuzey İtalya’nın küçük bir kasabasında, şeftali ağaçlarının arasında geçen; sanat ile  deniz kıyısında, havuz başında ya da bir öğleden sonra piyanonun başında rastlaşılan güneşli günler… Şehir hayatından uzak, yemek masalarında entelektüel sohbetlerin edildiği, kitaplarla dolu bir ev… Bu kurulan sımsıcak atmosfer beyazperdeden öyle güzel aktarılıyor ki, film bittiğinde sanki son yazınızı İtalya’da o kasabada geçirmiş gibi hissediyor ve özlem duymaya başlıyorsunuz.

17 yaşındaki Elio (Timothée Chalamet) evinde klasik müzikler dinleyip çalarak, kitap okuyarak ve ailesiyle vakit geçirerek gündelik yaşamını sürdürmektedir. Entelektüel birikimi sayesinde yetişkin gibi gözükse de henüz aşktan ve onun getirdiği duygulardan bi’haber olan bakir, saf bir gençtir. Biz kitapta da filmde de aşka ve hayata Elio gözünden bakıyoruz. Greko-Roma kültüründe uzmanlaşmış olan profesör babası, araştırmalarına yardımcı olması için her sene bir öğrenciyi yaz boyunca misafir olarak ağırlamaktadır. Bu yıl ise Amerikalı 24 yaşındaki yüksek lisans öğrencisi Oliver (Armie Hammer) konuk olarak kasabaya gelir. Oliver ile Elio altı hafta boyunca yan yana odalarda kalacaklar ve aynı banyoyu paylaşacaklardır. Elio’ya göre Oliver büyüleyici bir güzelliğe sahip, ‘’görüşürüz’’ demek için ‘’later (daha sonra) kelimesini kullanan ukala ve kibirli biridir. Filmde Oliver Elio’ya hak verir bir şekilde Helenistik dönem heykelleri gibi görkemli bir bedene sahiptir. Hatta bir sahnede Oliver sudan çıkan sanat eseri kolu kendi koluymuş gibi tutup Elio’nun elini sıkar. Bu da bu durumu desteklemektedir. Hikayeye dönecek olursak; Oliver’e misafir olduğu evde ve kasabada Elio rehberlik eder. Günler ilerledikçe birlikte çok fazla zaman geçirirler ve aslında birçok ortak özelliklerinin olduğu ortaya çıkar. Hatta din bile onları ortak paydada buluşturmuştur. İkisi de Yahudi’dir ve Oliver’in boynunda Davut Yıldızı kolyesi vardır. Oliver Yahudi olmasını önemsemez ve Katolik bir ülkede rahatça kolyesini sergiler. Bundan güç alan Elio da daha rahat davranır. Bu konuyu bile aşabilmesi Elio için çok önemli bir gelişmedir. Film ilerledikçe Elio ve Oliver daha da yakınlaşır. Önce sanat konulu sohbetler, bisiklet ile dolaşmalar ve flörtöz tavırlar başlar. Elio’nun önleyemediği tutkuyu farkına varmasıyla aklını kurcalayan, annesinin dolaylı yolla sorduğu ve filmin ana sorusu olan soru devreye girer. Bu aşkın bir karşılığı var mı? ‘’Söylemek mi daha iyi, ölmek mi?’’

Elio ve Oliver bisikletleriyle kasabanın meydanına doğru giderler. Bisikletleri park edip bir savaş heykelinin etrafında yürürler. Elio heykelin bir tarafında, Oliver diğer tarafındadır. Elio bu sahnede açılmaya başlar. Kamera tek ve geniş bir açıdadır. Oliver heykelin etrafını dolaşır. O sırada seyirci Oliver’ın reddedeceğini sanarak gerilir. Fakat sonrasında heykelin etrafında yürümeyi tamamlayan Oliver’ın yüzündeki mutluluk ile seyirci de derin bir nefes alır. Bundan sonraki sahnelerde iki aşık arasındaki ruhsal ve bedensel çekimi gerek kamera hareketleriyle gerek diyaloglarla iliklerimize kadar hissederiz. Aynı anda hem kitap okuyor hem film izliyor gibi büyüleniriz. Çünkü edebi dil ile sinemanın dili gerçek ve doğal bir biçimde harmanlanmıştır.

Oliver ve Elio’nun birlikte çıktıkları tatil ise sanki bir hikayenin sonunun yaklaştığı hissine kapıldığımız, hem heyecanlı hem buruk sahnelerden oluşuyor. Oliver gittikten sonra Elio’nun yoğun duygularla baş başa kalması, annesini arayıp onu almasını istemesi ve annesiyle yaptığı eve geri dönüş yolculuğu izleyiciyi epey sarsıyor. Fakat eve döndükten sonra babası ile yaptığı ders niteliğindeki konuşma takdire şayan. Filme damga vuran sahnede babası oğluna böyle güzel duygulara nadir rastlandığını, getirdiği acıları da öylece kabul etmesi gerektiğini ve bunu yaşamanın bile ne kadar değerli olduğunu anlatıyor. Bu sahne filmin en vurucu sahnesi olabilir. Bir diğer vurucu sahne ise şüphesiz ki final sahnesi. Elio’nun ayrılmalarının üzerinden bir süre geçtikten sonra Oliver ile telefon görüşmesi ardından şömine başında 4 dakika boyunca ağladığı sahne… Sahnenin sonunda kamera bakması, Elio ile seyircinin göz göze gelmesi ve o hisleri paylaşmanın ağırlığı…

Call Me By Your Name’i bir Lgbti+ filmi olarak değerlendirmek yanlış olur diye düşünüyorum. Çünkü bu filmde sadece iki erkeğin birbirlerine duydukları aşk yok. Aynı zamanda bir büyüme hikayesi anlatılıyor. Elio’nun kendini keşfetmesi, daha önce tatmadığı duyguları tatması ve ‘’Beni Adınla Çağır’’ cümlesini niteler şekilde birlikte olma hissi ince ince işleniyor. 22 yaşında Oscar adaylığı olan Elio rolünde Timothée Chalamet ve Oliver rolünde Armie Hammer unutulmayacak performanslara imza atmışlar. İki oyuncunun uyumu, filmdeki sıcak renkler, sanat eserleri, yeşilin hakim olduğu görüntüler, sizi sıcak bir yaz günü İtalya kasabasına doğru yolculuğa çıkarıyor.

LOVING VINCENT: Van Gogh’a Saygı Duruşu

Şimdiye kadar birçok ressamın yaşamlarını anlatan (Big Eyes, Frida, Mr.Turner vb.) filmler izledik. Loving Vincent bu filmlerin listesine ekleyebileceğimiz fakat kendi türündekilere hiç benzemeyen bir film. Tam yedi senelik bir çalışma sonucu ortaya çıkmış, 125 farklı ressam tarafından çizilmiş 65.000’den fazla yağlı boya tablosunun bir araya gelmesiyle oluşturulmuş. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman’ın yönetmenliğini yaptığı film ‘’rotoscope’’ tekniği ile çekilmiş. Bu tekniğe daha önce Waking Life, A Scanner Darkly filmlerinde tanık olmuştuk. Tekniğe göre; önce her bir kare oyuncular tarafından canlandırılıyor sonra bu performanslar tabloya aktarılıyor. Böyle bir emek sonucu oluşan filmin biçimsel muhteşemliği de haliyle izleyiciyi baştan sona büyülüyor.

 Filmin dramatik yapısı giriş gelişme ve sonuçtan oluşan, içerisinde yer-zaman-kişi-olay öğelerini barındıran klasik anlatı şeklinde kurulmuş. Öykü içerisinde Van Gogh tabloları birbirini takip ediyor ve izleyiciye sanki hareketli bir Van Gogh tablosundaymış hissi veriliyor. Renklerin ahengi, uygun müzik kullanımı, geçişler birbirlerini çok iyi bir şekilde tamamlıyor. Loving Vincent, post empresyonizm akımının öncülerinden Van Gogh’un ölümünden bir yıl sonrasında geçiyor ve yolculuk 1891’de Arles’te başlıyor. Film Van Gogh’u çok tanımayan Armand’ın bakış açısıyla anlatılıyor. Yani gerçekten Van Gogh’un hayatına vakıf olmayan bir izleyici Vincent’ı daha yakından tanımaya başlıyor.

Filmin konusu kısaca şöyle: Vincent Van Gogh ölmüştür ve arkasında kardeşi Theo’ya bir mektup bırakır. Tablolarında da gördüğümüz yakın arkadaşı postacı Joseph Roulin mektubu iletmesi için oğlu Armand’ı görevlendirir. Fakat Armand Theo’nun da öldüğünü öğrenir ve çıktığı yol Van Gogh’un ölümünün arkasındaki sırrı aradığı bir yolculuğa dönüşür. Van Gogh’un ölmeden önceki zamanlarını geçirdiği Aures’teki insanlarla konuşarak gerçeğin peşine düşer. Van Gogh intihar mı etmiştir yoksa öldürülmüş müdür? İntihar ettiyse neden etmiştir? Armand tüm bu soruların cevaplarını bulmak için Aures’te bir arayışa çıkıyor. İzleyici bir taraftan Armand’ın adeta bir dedektiflik hikayesine dönüşen yolculuğunu izlerken bir taraftan Van Gogh’un buğday tarlalarına, çiçeklerine, yıldızlı gecelerine şahit oluyor. Van Gogh’un kendi tarzıyla oluşturduğu tablolarını yine kendi tarzıyla oluşturulan bir filmde seyrediyoruz.

Bu film ile birlikte sadece eşsiz tabloları ve emek verilen bir tekniği izlemiyoruz… Aynı zamanda Van Gogh’un yalnızlığına, varoluş sancılarına, bunalımlarına, eserlerini yaratmadan önce, yaratırken ve yarattıktan sonra oluşan ruh durumlarına şahitlik ediyoruz. Bir sanatçıyı ölüme götüren etkileri, Vincent’ın ruhundaki incelikleri, kırılganlıklarını, yaşadığı zorlukları görüyoruz. Kendisinden bi’haber olan birinin bile gerçeklerin suratına çarpılmasıyla etkileneceği, uzun süre aklından çıkaramayacağı bir film Loving Vincent. Filmin sonunda istenilen sorulara cevap verilmiyor. Ölümünün arkasındaki sır çözülmüyor fakat filmin anlatmak istediği de zaten bu değil. Böyle bir amaç güdülmüyor. Filmde ressam arkadaşı ile kavga ettikten sonra kulağını kesip bir hayat kadınına yollayan, otuz yedi yaşında bir silahla kendini karnından vurup öldürdüğü söylenilen bir sanatçıyı ve bu yaşadıklarına ortam hazırlayan nedenleri izliyoruz. Van Gogh yaşadığı dönemde hak ettiği değeri ve ilgiliyi görmedi. Tabloları o öldükten sonra ünlendi, birçok ressama öncülük etti, çok sanatçıya ilham verdi.

Loving Vincent’ta anlatılan; ucube gibi hisseden, dışlanan, ruhsal olarak bunalımlara sürüklenen kendini sanatına adamış yalnız bir adamın hikayesi. Üslübu, akıcılığı ve dram öğeleri ile her dokunduğu kalpte iz bırakacak, detaylarıyla renkleriyle büyüleyecek, başından sonuna eşsiz bir deneyim. Tarihin en önemli sanatçılarından birine önemli bir saygı duruşu…

38. İstanbul Film Festivali’nde Ne İzledik?

‘’Film Etkisi’’ sloganıyla Dünya ve Türk sinemasından toplam 186 filmin gösterileceği 38. İstanbul Film Festivali heyecanı devam ediyor. 12 gün boyunca, 19 bölümde, 45 ülkeden 186 film sinemaseverlerle buluşuyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra söyleşiler, atölyeler, konserler ve etkinlikler de gerçekleştiriliyor.

Festival coşkusu hızla devam ederken festivalde izlediğim filmleri yorumladım. İşte kült filmlerden yeni keşiflere 38. İstanbul Film Festivali’nde şimdiye kadar izlediğim filmler:

2001: A Space Odyssey

Festival, dünya sinemasının usta yönetmenlerinden Stanley Kubrick’i, ölümünün 20. yılında ‘’Başyapıt  Fabrikası Kubrick’’ adlı özel bir bölümle anıyor. Festival kapsamında Stanley Kubick’in 13 uzun metrajlı filminin yenilenmiş kopyalarından oluşturulan seçki izleyicilere sunuluyor. Festivale 2001: A Space Odyssey filmi ile çok güzel bir başlangıç yaptım. 1968 yılında çekilmiş bir filmi 2019 yılında sinemada izlemek çok farklı bir deneyimdi. Kubrick, uzayda geçen bu bilim kurgu filmini çektiğinde henüz aya ayak bile basılmamıştı. Günümüzde, hatta bundan 40 yıl sonra bile izlense yadırganmayacak bir film 2001. Zamanının çok ötesinde olan bu film, kendinden sonra yapılan birçok bilim kurgu filmine yön vermiştir. Dört bölümden oluşan 2001, görüntü/ses tekniği ve felsefesiyle bizi hem bilimsel hem düşünsel bir yolculuğa çıkarıyor. Böyle özel bir filmi sinemada izleme şansı verdiği için festival ekibine teşekkür ediyorum.

Systemsprenger

Dünya prömiyerini 69. Berlin Film Festivali’nin Ana Yarışma bölümünde yapan ve iki ödül kazanan Systemsprenger, geçirdiği travmalar nedeniyle öfke kontrolü sorunları yaşayan ve tek isteği koparıldığı annesine geri dönmek olan 9 yaşındaki Benni’nin hikayesini anlatıyor.  Film, alman yönetmen Nora Fingscheidt’in ilk uzun metraj filmi ve bir ilk filme göre başarılı olduğunu düşünüyorum. Systemsprenger, psikolojik gerilimi başından sonuna kadar hissettiriyor. Filmin bu başarısında başroldeki çocuk oyuncunun müthiş performansının etkili olduğunu söylemeden de geçemeyiz. Filmin tek sorunu ise; sık sık tekrara düştüğü için bir noktadan sonra etkileyiciliğini kaybetmesi. Bu durum filmin ikinci yarısının aksamasına ve finalinin zayıf kalmasına neden oluyor. Bunlara rağmen film boyunca empati duygusunu doruklarda yaşatan yönetmenin ikinci uzun metraj filmini de merakla bekliyorum.

If Beale Street Could Talk

Moonlight ile Oscar’da en iyi film ödülünü kazanan Berry Jenkins yine bir melodram ile izleyicinin karşısına çıkıyor. James Baldwin’in aynı adlı eserinden uyarlanan film; 1970’lerin başında New York’ta, Harlem’de geçiyor. Çocukluktan beri tanışan Fonny ve Tish birbirlerine aşık iki gençtir. Filmde haksız yere tecavüz suçu ile hapse atılan Fonny’nin hikayesi sevgilisi Tish’in gözünden anlatılıyor. Film paralel kurguda hem geçmişi hem şimdiki zamanı anlatırken arka planda Amerika’da yaşayan siyahilerin karşılaştığı zorluklar işleniyor. Yönetmen, filmi bir romandan uyarladığı için mi bu tercihleri yapmış bilmiyorum fakat; romantikliğin çok fazla olması filmin bende yarattığı etkinin azalmasına neden oldu. Ağır çekimler ve şiirsel bir anlatımla oluşturulan atmosferin asıl anlatılmak istenenin önüne geçtiğini düşünüyorum. Filmin çok fazla mesaj kaygısı gütmesinin de hikayeyi aksattığı inancındayım. Berry Jenkins, güzel kadrajlar yaratmasına rağmen potansiyeli çok iyi olan bir konudan ortalama bir film çıkarmış.

Diane

Hitchcock/Truffaut belgeselinin yönetmeni Kent Jones ilk uzun metrajlı kurmaca filmi ile karşımıza çıkıyor. Filmin yürütücü yapımcıları arasında Martin Scorsese de yer alıyor. Film, zamanını eroin bağımlısı oğluyla uğraşmak ve ölüm döşeğindeki kuzenini hastanede ziyaret etmekle geçiren emekli dul Diane’in hikayesini anlatıyor. Hayal kırıklıkları, pişmanlıklar, yüzleşmeler gibi durumların işlendiği filmde, hikaye çok yalın ve sade bir anlatımla sunuluyor. Filmin başrol oyuncusu Mary Kay Place ise başarılı bir performans sergilemiş. Fakat bunlara rağmen filmde tercih edilen yüzeysel zaman atlamalı kurgunun filmin büyüsünü bozduğunu düşünüyorum. Anne – oğul ilişkisinin derinleştirilmesi filmin etkileyiciliğini daha da arttırabilirdi. Filmin ikinci yarısında hikaye biraz dağılıyor. Yine de Diane’in kendi ile yüzleşmesinin ve yaşamı sorgulamasının melankolik bir atmosfer ile yansıtılmasını beğendiğimi söyleyebilirim.

The Killing

The Killing, ‘’Başyapıt Fabrikası: Kubrick’’ özel seçkisinde gösterilen bir başka Kubrick filmi. The Killing için kara film türünün ilk örneklerinden diyebiliriz. 1956 yapımı filmde, beş karakterin planladıkları bir soygun, paralel kurgu ve flashbacklerle anlatılıyor. Film soyguna doğru ilerlerken, beş karakterin hikayelerine de ayrı ayrı şahit oluyoruz. 1956 yılı için paralel zaman kurgusunun çok ileri bir teknik olduğunu düşünüyorum. Filmi izlerken de Quentin Tarantino gibi günümüz yönetmenlerinin de Kubrick’in filmlerinden nasıl etkilendiklerini de görmüş oldum.

error: Korunan İçerik!