38. İstanbul Film Festivali’nde Ne İzledik?

‘’Film Etkisi’’ sloganıyla Dünya ve Türk sinemasından toplam 186 filmin gösterileceği 38. İstanbul Film Festivali heyecanı devam ediyor. 12 gün boyunca, 19 bölümde, 45 ülkeden 186 film sinemaseverlerle buluşuyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra söyleşiler, atölyeler, konserler ve etkinlikler de gerçekleştiriliyor.

Festival coşkusu hızla devam ederken festivalde izlediğim filmleri yorumladım. İşte kült filmlerden yeni keşiflere 38. İstanbul Film Festivali’nde şimdiye kadar izlediğim filmler:

2001: A Space Odyssey

Festival, dünya sinemasının usta yönetmenlerinden Stanley Kubrick’i, ölümünün 20. yılında ‘’Başyapıt  Fabrikası Kubrick’’ adlı özel bir bölümle anıyor. Festival kapsamında Stanley Kubick’in 13 uzun metrajlı filminin yenilenmiş kopyalarından oluşturulan seçki izleyicilere sunuluyor. Festivale 2001: A Space Odyssey filmi ile çok güzel bir başlangıç yaptım. 1968 yılında çekilmiş bir filmi 2019 yılında sinemada izlemek çok farklı bir deneyimdi. Kubrick, uzayda geçen bu bilim kurgu filmini çektiğinde henüz aya ayak bile basılmamıştı. Günümüzde, hatta bundan 40 yıl sonra bile izlense yadırganmayacak bir film 2001. Zamanının çok ötesinde olan bu film, kendinden sonra yapılan birçok bilim kurgu filmine yön vermiştir. Dört bölümden oluşan 2001, görüntü/ses tekniği ve felsefesiyle bizi hem bilimsel hem düşünsel bir yolculuğa çıkarıyor. Böyle özel bir filmi sinemada izleme şansı verdiği için festival ekibine teşekkür ediyorum.

Systemsprenger

Dünya prömiyerini 69. Berlin Film Festivali’nin Ana Yarışma bölümünde yapan ve iki ödül kazanan Systemsprenger, geçirdiği travmalar nedeniyle öfke kontrolü sorunları yaşayan ve tek isteği koparıldığı annesine geri dönmek olan 9 yaşındaki Benni’nin hikayesini anlatıyor.  Film, alman yönetmen Nora Fingscheidt’in ilk uzun metraj filmi ve bir ilk filme göre başarılı olduğunu düşünüyorum. Systemsprenger, psikolojik gerilimi başından sonuna kadar hissettiriyor. Filmin bu başarısında başroldeki çocuk oyuncunun müthiş performansının etkili olduğunu söylemeden de geçemeyiz. Filmin tek sorunu ise; sık sık tekrara düştüğü için bir noktadan sonra etkileyiciliğini kaybetmesi. Bu durum filmin ikinci yarısının aksamasına ve finalinin zayıf kalmasına neden oluyor. Bunlara rağmen film boyunca empati duygusunu doruklarda yaşatan yönetmenin ikinci uzun metraj filmini de merakla bekliyorum.

If Beale Street Could Talk

Moonlight ile Oscar’da en iyi film ödülünü kazanan Berry Jenkins yine bir melodram ile izleyicinin karşısına çıkıyor. James Baldwin’in aynı adlı eserinden uyarlanan film; 1970’lerin başında New York’ta, Harlem’de geçiyor. Çocukluktan beri tanışan Fonny ve Tish birbirlerine aşık iki gençtir. Filmde haksız yere tecavüz suçu ile hapse atılan Fonny’nin hikayesi sevgilisi Tish’in gözünden anlatılıyor. Film paralel kurguda hem geçmişi hem şimdiki zamanı anlatırken arka planda Amerika’da yaşayan siyahilerin karşılaştığı zorluklar işleniyor. Yönetmen, filmi bir romandan uyarladığı için mi bu tercihleri yapmış bilmiyorum fakat; romantikliğin çok fazla olması filmin bende yarattığı etkinin azalmasına neden oldu. Ağır çekimler ve şiirsel bir anlatımla oluşturulan atmosferin asıl anlatılmak istenenin önüne geçtiğini düşünüyorum. Filmin çok fazla mesaj kaygısı gütmesinin de hikayeyi aksattığı inancındayım. Berry Jenkins, güzel kadrajlar yaratmasına rağmen potansiyeli çok iyi olan bir konudan ortalama bir film çıkarmış.

Diane

Hitchcock/Truffaut belgeselinin yönetmeni Kent Jones ilk uzun metrajlı kurmaca filmi ile karşımıza çıkıyor. Filmin yürütücü yapımcıları arasında Martin Scorsese de yer alıyor. Film, zamanını eroin bağımlısı oğluyla uğraşmak ve ölüm döşeğindeki kuzenini hastanede ziyaret etmekle geçiren emekli dul Diane’in hikayesini anlatıyor. Hayal kırıklıkları, pişmanlıklar, yüzleşmeler gibi durumların işlendiği filmde, hikaye çok yalın ve sade bir anlatımla sunuluyor. Filmin başrol oyuncusu Mary Kay Place ise başarılı bir performans sergilemiş. Fakat bunlara rağmen filmde tercih edilen yüzeysel zaman atlamalı kurgunun filmin büyüsünü bozduğunu düşünüyorum. Anne – oğul ilişkisinin derinleştirilmesi filmin etkileyiciliğini daha da arttırabilirdi. Filmin ikinci yarısında hikaye biraz dağılıyor. Yine de Diane’in kendi ile yüzleşmesinin ve yaşamı sorgulamasının melankolik bir atmosfer ile yansıtılmasını beğendiğimi söyleyebilirim.

The Killing

The Killing, ‘’Başyapıt Fabrikası: Kubrick’’ özel seçkisinde gösterilen bir başka Kubrick filmi. The Killing için kara film türünün ilk örneklerinden diyebiliriz. 1956 yapımı filmde, beş karakterin planladıkları bir soygun, paralel kurgu ve flashbacklerle anlatılıyor. Film soyguna doğru ilerlerken, beş karakterin hikayelerine de ayrı ayrı şahit oluyoruz. 1956 yılı için paralel zaman kurgusunun çok ileri bir teknik olduğunu düşünüyorum. Filmi izlerken de Quentin Tarantino gibi günümüz yönetmenlerinin de Kubrick’in filmlerinden nasıl etkilendiklerini de görmüş oldum.